ANTİOKHEİALI YAŞLI KADIN
Üçüncü
cemre düştüğünde, karlar erimeye başlamıştı. Kentin sokaklarında eriyen
karların suları, bulanık bir şekilde akmaktaydı. Bir zamanlar düzgün taş döşeli
olan sokaklar artık bütün özelliğini kaybetmiş, kanalizasyon sistemi tıkanmış,
sular caddenin yüzeyinde sessizce akmaya başlamıştı. Bahar güneşinin sıcaklığı
kendini iyice hissettirirken, yaşlı kadın kahvaltısını yapmış, mutfağın
penceresinden güneşin ışıklarını izleyerek, derin düşüncelere dalmıştı. On üç
yaşında evlenip geldiği bu evde geçirmiş olduğu günlerin hayaline dalmıştı ki, hizmetli
genç kızın sesiyle irkildi. Genç kız, “Efendim, başka bir şey ister misiniz?”
diye sordu. Yaşlı kadın, elinin tersiyle “git” işareti yaparak, “Hayır, bir şey
istemiyorum.” diye mırıldandı. Masadaki kahvaltı tabaklarına baktı ve sol elini
masanın üstüne dayayarak ayağa kalkmaya çalıştı. Ayağa kalkmakta zorlanan kadın,
öfkeyle “Bir zamanlar sana hiç ihtiyacım olmadan ayağa kalkabiliyordum.” deyip
sendeleyerek doğruldu ve kapıya doğru yürüdü. Kanatlı kapının, açılan tarafının
kilidini yukarı doğru kaldırarak dışarı çıktı. Gözlerini kısarak, güneşin baharı
yansıtan ışıklarına baktı. Kapının önündeki iki basamaktan güçlükle aşağı
inerek, duvarın dibindeki sekiye oturdu. Derin derin nefes alarak, yaşadığı
zorluklara hayıflandı. Diş kalmamış ağzını birkaç defa şapırdattı, ağzında
birikmiş olan tükürüğünü yutkundu. Feri sönmüş gözleriyle, bakışlarını avluda
gezdirdi.
Avlunun
hemen girişinde bulunan yaşlanmış iğde ağacına bakarak düşündü; baharın ılık ve
taze güneşi kenti yeniden canlandırmaya başlamıştı ama tıpkı kendisi gibi bu
ağaç da, yeniden canlanmak istemeyecek kadar yorgundu artık. Bunları düşünürken
ağaca doğru yavaş yavaş yürüdü ve ağacın altındaki eskimiş sedire oturarak,
ağacın çok az domurlanmış dalından alabileceği kokuyu içine çekmek istercesine
derin bir nefes aldı. Bakışları ağacın sol tarafında duran avluya açılan kanatlı
kapıya takıldığında, iç geçirerek o kapıdan bu eve ilk girdiği günü düşündü. Adet
görmeye başladığı birinci yılda annesi gelip, babasının ona bir eş bulduğunu ve
evlenmesi gerektiğini söylediği gün Maria bunun ne kadar ciddi bir iş olduğunun
farkında bile değildi. O haftanın son günü kentin ileri gelen ailelerinden biri
olan Yakup’lar onlara misafir geldi. Annesi Maria’ya, getirdiği elbiseyi giyip
misafirlere hizmet etmesini söyledi. Maria hizmet ettiği insanların bir gün
ailesi olacağını hiç düşünmemişti. O ayın sonunda, söz kesilmiş ve düğün için
gün belirlenmişti. Kentlilerin ve kent çevresindeki akrabaların geldiği büyük
bir düğün töreniyle Maria gelin oldu. Bindirildiği at bu kanatlı kapıdan içeri
girdiğinde, evden ayrılıp yeni bir yere geldiğinin farkına vardı. Şu anda altında
oturmuş olduğu iğde ağacı, o zamanlar yeni çiçek açmış genç bir fidandı. Tanımadan evlendiği eşi Joseph kendinden altı
yaş büyüktü ve iyi kalpli bir insandı. Uzun boylu, kumral tenli ve ona güzel
bakan ela gözleri vardı. Aklı ermeden evlenip geldiği bu evde, yaşadıklarını
düşünen Maria avlunun kanatlı kapısının açılma sesiyle irkildi. Kapıdan içeri
giren torunu, Maria’yı fark etmeden hızlı adımlarla evin kapısına yöneldi.
Kapıyı açarak hızlıca içeri girdi. Torunun arkasından bakan Maria iç geçirerek
‘Neden bu kadar öfkeli ki?’ diye düşündü. Karmaşık düşünceleri arasında dedesinin
kendisine anlattığı bir hikâye akmaktaydı. Yaşlanmış olan adam artık kendi
ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmişti. Babasının büyük bir ilgi gösterdiği
dedesine hizmet eden Maria her gün ondan farklı hikayeler dinlerdi. Bir gün
dedesi ona zamanın acımasızlığı üzerine bir hikâye anlatmıştı. Hayatta
durdurulamayacak ve ne getireceği bilinmeyen tek şeyin zaman olduğunu
söylemişti. Ve bir gün insanların bütün değerlerini yitirip anlamsız şeyler
peşinde koşacağından bahsetmişti. O gün geldiğinde çocuğun babasını, annenin
çocuğunu tanımayacağını anlatmıştı. Maria da yanında büyümüş olan torununu uzun
zaman önce artık tanıyamaz hale gelmişti. Eskiden her şeyi konuşup kendisiyle
paylaşan torunu, artık hiçbir şeyi anlatmaz ve kendisiyle konuşmaz olmuştu. Evin
sertçe kapanan kapısı Maria’nın zihnindeki düşünceleri de soluklaştırıp
bitirdi. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak zorlukla doğruldu ve eve doğru
yürüdü. Sağ eliyle güçlükle ittirdiği kapıdan içeri girdi. Gidip mutfaktaki
masanın yanındaki sandalyeye oturdu.
Ahşap
merdivenden gelen gıcırtıdan torununun aşağıya indiğini anladı. Mutfağın
kapısını açan torunu ninesini gördüğünde şaşırdı. Şaşkınlık ve telaşla tezgâhta
duran su bardağını alıp ninesini saygıyla selamladı. Yaşlı Maria torununa odaklamış
olduğu bakışlarıyla “Günaydın, nasılsın yavrum?” dedi. Ninesinin bakışlarından
gözlerini kaçıran delikanlı, “İyiyim nine, sen nasılsın?” dedi ve ninesinin
karşısında duran sandalyeye oturdu. Uzun zamandır torunuyla konuşamayan Maria,
sitemkâr bir sesle “Her gün erkenden çıkıp geç saatlere kadar gelmiyorsun!”
deyince, genç adam kestirip atarak “İşlerim, yapmam ve neticelendirmem gereken
şeyler var.” deyip elindeki bardağa masada duran sürahiden su doldurdu. Bir
yudum içip, bardağı masaya bıraktı ve “Gitmem gerekiyor, sonra konuşuruz.”
dedi. Maria’nın ‘görüşürüz’ demesine bile fırsat bırakmadan, telaşlı hareketlerle
hızlıca, evden çıkıp gitti. Torununun bu keskin tavrı, bir bıçak gibi yüreğine
saplandı. Yağmur bulutlarının örttüğü feri sönmeye yüz tutmuş gözleriyle onun
arkasından bakakaldı. Yüreğine çöken ağırlık, yüzündeki kırışıklıkları daha da
derinleştirdi. “Yapacak çok işi varmış, çok işi varmış.” Diyerek, bu cümleyi
birkaç kez tekrarladı. Öfkenin sardığı kalbi, incelmiş kaburgalarının arasından
fırlayıp çıkacakmış gibi hızlıca çarpmaya başladı, bütün gövdesini saran
titreme, gözlerinden akan yaşları göğsünün üzerine serpiştiriyordu. Benzer
nöbetleri son zamanlarda çok sık geçirmeye başlamıştı. Masada duran bardaktan
suyu içmek için uzattığı ellinin titremesine engel olamadı. Bardağı sıkıca
kavradığında bardakta çalkalanan su masaya döküldü; zorlukla ağzına götürdüğü
bardaktan bir yudum içti. Ağzını ve göğsüne döktüğü suyu titreyen diğer eliyle
sildi. Derin derin soluyarak kendini kontrol etmeye çalıştıysa da boğazında
düğümlenen hıçkırıklar, kapı gıcırtısına benzer bir sesle ağzından boşaldı.
İçtiği su dudaklarının kenarından ince bir kanal biçiminde göğsünün üzerine
aktı. Ağzına gelmiş olan kusmuk tadından kurtulmak için birkaç kez yutkundu. Şapırdattığı
ağzını silerek masanın yanında duran değneğe uzandı, titreyen sol eliyle,
kavradığı değneğe; sağ eliyle de masaya yaslanarak ayağa kalktı. Eğilmiş belini
doğrultmak için omuzlarını geriye doğru esnetti ve gövdesini dikleştirdi.
Yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk gibi korkarak kapıya doğru bir adım attı.
Durdu bacaklarını ve gövdesini biraz daha esneterek, yerde sürüdüğü ayaklarıyla
kapıya vardı. Yüreğini bir sarmaşık gibi saran düşüncelerle ve titreyen
gövdesiyle kapıdan çıkıp iğde ağacının altındaki sedire gelip oturdu. Bahar
güneşi, sıcaklığını iyice hissettirmeye başlamıştı. Titremesi durmuş, başına
şiddetli bir ağrı girmişti. Başörtüsünün üzerine, alnında bağladığı eşarbını
çözüp daha sıkı biçimde bağladı. Arkasındaki hasır yastığa yaslanıp gözlerini
kapadı. Derin bir iç geçirdi ve ağzını şapırdatarak yutkundu. Uykuya dalmak
üzereyken ayağı boşluğa gelip düşecekmiş hissiyle sıçradı, gözlerini açtı.
Yorgun ve uykulu gözleriyle avlunun boşluğuna bakındı. Gözlerini tekrar kapadı
ve uyumaya çalıştı. Ne kadar uğraştıysa da bir türlü kafasının içinde dönen
düşüncelerden kendini kurtaramadı. Her geçen gün, geçmişin unutulmuş ya da
unutulmak istenmiş detayları gelip gözünün önünde berraklaşıyordu. İmparatorun
yayınlamış olduğu fermandan beri herkes, kendini güvenceye almak için bütün
geçmişini inkâr edip yeni dinin ateşli savunucusu olmuştu. Torunu doğmadan çok
önce, kendisi ve ailesi yeni dini çoktan kabul etmek zorunda kalmış ve geçmişle
bağlarını koparmışlardı. Evlendiğinin ikinci yılında, kuyumcu olan kayın babası,
varlığını kaybetmemek için vaftiz olmayı ilk kabul edenlerdendi. Onun isteği
doğrultusunda Maria, Josef ve ailenin geri kalanı da vaftiz olmuşlardı. Tam o
zamanlar neredeyse kentin nüfusunun üçte ikisi, gece ile gündüz gibi keskin bir
değişiklik içindeydi; geri kalanlar da alacakaranlık gibi araftaydılar. Oysa
şimdi geçmişten eser kalmamıştı ve hiç kimse yeni dinin ibadethanesi olan
kiliselerden çıkmıyordu. Geçmiş, yaşlıların zihninin küçük bir köşesinde kara
bir perdeyle örtülüp unutulmaya terk edilmişti. Yaşlı kadın, torunun bu kadar
radikal olmasına bir anlam veremiyordu. Kayın babası öldükten sonra kuyumcu
dükkânını Josef çalıştırmış ve o da torunun babası olan oğluna bırakmıştı.
Oğlunu ve gelinini hayattan alan o talihsiz kaza olduğundan beride dükkân ve
evin diğer işleriyle torunu ilgileniyordu. Yirmi beş yaşını geçmiş olmasına
karşın evliliğe bir türlü yanaşmıyordu. İlk kez tartıştıkları gün; kendisini, İsa Mesih’in yoluna adadığını ve
evlenmeyeceğini, sesini yükselterek söylemişti. Maria, torunun kendisine karşı
yükselttiği sesinin ve duyduklarının etkisiyle söyleyeceklerini unutmuş ve
olduğu yere yığılıp kalmıştı. Çocuk, onu düşürdüğü duruma aldırmadan arkasını
dönüp çıkıp gitmişti. İlk atağını titreyerek o zaman geçirmişti. Ondan sonra ne
zaman üzülse atak geçirir olmuştu. Kayın babasının, kocasının ve kendisinin
büyük uğraşlarıyla bir arada tutuğu bu kadar mal, evlenmeyi düşünmeyen torunun
akılsızlığıyla tarumar olup gidecek diye düşünüyordu. Kendi soyundan gelen
birinin böyle keskin bir dönüşüm ve değişim yaşadığına anlam veremiyordu. Oysa
kendisinin yaşayıp gördüklerini ve babasından dinlediği geçmişle ilgili hikâyeleri,
torununa biraz üstü kapalı da olsa, ona vermek istediği mesajları anlayacağı
biçimde anlatmıştı. Kendi çocukluğunda bahsederken o dönemde Antiokheia’da
yaşanan bütün olumsuzluklara karşın, insanlar arasındaki saygın davranışları
özlemle yad ederdi.
Babasıyla
ilk defa sinagoga gittiği gün, kadınların durması gereken bölüme annesiyle
birlikte geçmiş ve ilk ayine katılmıştı. Hiç dua bilmeden katıldığı bu ayinden
çıkıp eve döndüklerinde, yolda karşılaştıkları komşusuyla saygıyla selamlaşan
babasına, “Bu insanlar bizim gittiğimiz yerde yoklardı; bunlar nerede ibadet
ediyorlar?” diye sormuştu. Babası onların tapınakta ibadet ettiklerini
söyleyip, tapınak ve tapınaklarda yapılan ibadetler hakkında bilgiler vermişti.
Kafası karışan Maria, “İnsanlar Tanrı’ya neden farklı yerlerde ibadet ederler
ki?” diye mırıldandı. Şaşkınlıkla Maria’nın yüzüne bakan babası kızının soru mu
sorduğunu yoksa sesli mi düşündüğünü anlamaya çalıştı. Sağ elini sevgiyle
kızının örtülü başının üzerine koyarak “Onlar, Musevi değil, Ay Tanrısı Men’e
inanıyorlar. Atalarımız bu kente getirildiklerinde onlar buradaymış. Ne onlar
bizim inancımıza karışmışlar ve ne de bizimkiler onlarınkine. Benim
çocukluğumda da onlarla hiçbir sorun yaşamadık. Ancak bu yeni dine inanlar her
şeyi mahvedecekler gibi.” deyip iç geçirmişti babası. Zaman, babasını haklı
çıkarmıştı. Aileler parçalanmış, herkes birbirine düşman olmuştu. Çok acılı ve
kötü zamanlardı. Kayın babasının isteğiyle Hıristiyan olduklarında yaşadıkları
zorlukların tarifi yoktu. On beş yaşına kadar öğrendiği ve inandığı her şeyi
terk ederek yeni bir dine tabi olup, ona uyum sağlamak hiç de kolay olmamıştı. Derin
bir iç geçirdi. Kurumaktan kaşınan gözlerini iki elinin tersiyle ovuşturdu.
Gözlerini açtığında hizmetli kızın karşısında durduğunu fark etti. Genç kadın
“Efendim yemek hazır. Hava serinlemiş; üşüteceksiniz, buyurun içeri geçin.”
deyip sedirin yanında yere düşmüş değneği aldı ve Maria’ya uzattı. Maria sağ
eliyle değneği aldı, kaşımaktan kanlanmış gözlerini kızın yüzüne sabitledi.
Kızın davranışındaki samimi sevgi, soğumaya yüz tutmuş yüreğini ısıttı.
Kırışmış yüzü gerildi ve gözlerinin içi parladı. Kalkmak için yeltendiğinde
genç kız sol kolundan tutarak kalkmasına yardım etti. İçeri mutfağa geçtiler.
Hazırlanmış olan yemekleri yedikten sonra, dinlenmek için odasına çıktı.
Yatağın yanında duran koltuğa oturup pencereden dışarı baktı. Yaptığım en doğru
şeylerden biri bu kızı eve almak oldu diye kafasından geçirdi. Yemeğin verdiği
rehavetle ağırlaşan göz kapaklarını açık tutmaya çalıştıysa da uykuya yenik
düştü. Başını arkaya yasladı ve bedenini uykunun kollarına bıraktı. Rüyasında
Josef’i gördü. Birlikte sinagoga gelmiş yan yana oturuyorlardı. Haham, Tora’dan
dualar okuyordu. Sinagogun içi tıklım tıklım doluydu. Kadın erkek karışık
duruyordu. Maria, kalabalığa göz gezdirdi. Bakışlarını Josef’in yüzüne odakladı.
Yüzü solgun adam, pür dikkat hahama bakıyor içinden dua ediyordu. Sağ elini,
eşinin elini tutmak için uzattığında, arkada annesinin sesini duydu. Hızlıca
başını arkaya çevirdiğinde alevlerle yükselen siyah bir duman gördü. Panikle
Josef’i sarstı. Adam başını çevirip yüzüne baktığında korkuyla irkilip ayağa fırladı.
Alevlere doğru koşan torununu görünce “Yakup!” diye bağırdı ve peşinden gitmek
için hızlıca yürüdü. Alevlerden kaçan insanlar önüne yığıldı ve hareket
edemedi. Alevlere yakın olanlar öndekileri ittirince Maria yere düştü ve
üzerine onlarca insan yığıldı. Nefes almaya çalıştıysa da nefes alamadı. Nefesi
iyice kesilmişti ki, sıçrayarak uyandı. Yüzüne düşmüş eşarbını sağ eliyle çekip
aldı. Derin derin soludu. Elinde tutuğu eşarpla yüzündeki teri sildi. Başını
bağladı, değneğe yaslanarak zorlukla ayağa kalkıp odadan çıktı. Mutfağa
geldiğinde torunu oturmuş bir şeyler yiyordu. Umutsuzca genç adama baktı ve
geçip karşısına oturdu. Torunu onu görünce tedirgin bakışlarını kaçırarak, “Atölye
ve dükkânı sattım. Önümüzdeki hafta Kapadokya’da bir manastıra gidiyorum.
Bundan sonra dinimin hakkını vererek ömrümün geri kalanını keşiş olarak
yaşayacağım. Artık kendimi tamamen İsa Mesih’e adıyorum.” dedi bir çırpıda.
Maria şaşkın gözlerle delikanlının yüzüne bakıyordu. Dişsiz ağzı açılmış, derin
derin soluyordu. Bir şeyler söylemek istediyse de, boşalmış gibi duran beyninde
hiçbir kelime bulamadı. Kekeleyerek sadece “Biz ne olacağız?” diyebildi. Torunu
“Size biraz para ayırdım. Geri kalanını manastıra bağışladım. Hizmetli kızla da
konuştum; seninle ilgilenecek.” diyerek elindeki ekmek parçasını ağzına atıp
çiğnemeye koyuldu. Duydukları karşısında buz kesmiş kalbi, hızlıca çarpmaya
başladı. Maria, içi geçmiş kuru bir ağaç kütüğüne dönmüş gövdesini saran
titremeyle sandalyeden yere kapaklandı. Torun, çevik bir hareketle yaşlı
kadının başını kucağına aldı ve hizmetli kıza seslendi. Genç kız geldiğinde masada
duran suyu istedi ve sağ eline döktüğü suyu kadının yüzüne sürdü. Maria biraz
kendine geldi. Mezar çukuruna dönmüş gözleriyle torunun yüzüne baktı ve iç
çekerek gözlerini geri kapadı. Gövdesindeki titreme onu tutan torununu da
sarsıyordu. Adam hizmetli kıza “Yardım
et; ninemi yatağına taşıyalım.” dedi. Yatağa uzattıklarında kasılması durdu
nefes alışları yavaşladı. Hizmetli kızın çağırdığı tabip geldiğinde Maria
uykuya dalmıştı. Tabip nabzını ölçmek için iki parmağını kadının bileğine
bastırdığında hafif kımıldadı. Zorlukla araladığı göz kapaklarının arasından
tabibin yüzüne baktı. Tabibin verdiği ilaçlar ve hizmetli kızın bakımıyla
kendini biraz toparlayan Maria, torunu ile yapacağı konuşmayı kafasında
tasarlamaya çalıştı. Kendisini ne kadar zorladıysa da onunla nasıl konuşacağına
bir türlü karar veremedi. Sonunda her şeyi açıkça anlatmaya karar verdi.
Hizmetli kıza seslendi ve torununu çağırmasını söyledi. Maria hastalandığından
beri her gün gelip halini hatırını sorup onunla ilgilenmeye başlamıştı. Kapı
çaldı Maria girmesini söyledi. Kapıyı yavaşça açan genç adam içeri girdi.
Maria, “Hoş geldin Yakup.” dedikten sonra sağ eliyle koltuğu işaret ederek
oturmasını söyledi. Arkasına koyduğu yastıklara yaslanarak yataktan iyice
doğruldu ve söze başladı. “Oturup doğru düzgün konuşmayalı uzun zaman oldu. Sen
benim hayatta tutunduğum tek dalımsın. Bugüne kadar düşünce ve davranışlarına
hiç karışmadım. Aldığın eğitimi yaşıtlarının hiçbiri almamıştır. Çocukluk
yıllarında geçmişle ilgili birçok şey anlattım. Ama görüyorum ki hiç
anlamamışsın. Kafanı kim yıkadı, seni din konusunda kim bu kadar
radikalleştirdi bilmiyorum.” Yakup, öfkeli bir ses tonuyla “Beni kimse etkilemedi;
bu benim kendi düşüncem. İsa Mesih bütün insanlığın kurtuluşu için kendini
kurban etti. Bana anlatmadığınız daha birçok gerçeği fark ettim. Sizler,
hayatta kalmak için korkudan inanmış gibi yaptınız, ama gerçekten hiç
inanmadınız. Ben sizin yaptığınız gibi davranamam. Yönetimi, çevrenizdeki halkı
kandırabilirsiniz ama Tanrı her şeyi gören ve işitendir. Evet; bana çok büyük
imkân ve olanaklar sağladınız, ancak ruhumu yaraladınız. Bundan dolayı aldığım
karardan dönmeyeceğimi bilmeni isterim.” Torununun bu sert çıkışından paniğe
kapılan Maria, anlamsız bakışlarla adamın yüzüne bakakaldı. Yakup, “İki gün
sonra gidiyorum. Seni ziyarete gelirim.” deyip, ayağa kalktı. Maria, “Atalara
saygıyı emretmiyor mu bu din?” deyince, Yakup, “Evet emrediyor ama ataların
inancı gerçek değilse onları kafir görüyor.” diyerek odadan çıktı. Gözlerini
kapanan kapıya diken Maria, boğazında düğümlenen hıçkırıklarla ağlamaya
başladı.
İki
gün sonra torunu iki arkadaşıyla, siyah keşiş elbisesi giymiş olarak avlunun
kapısından içeri girdi. Ahırdaki katırı çekerek getirip eşyalarını yüklemeye
başladı. Mutfağın penceresinde avluda yaşananları seyreden Maria, hayıflanarak
zorlukla ayağa kalktı, kapıdan çıkıp merdivenin yanındaki sekiye oturdu.
Maria’yı gören torunu ve arkadaşları onu saygıyla selamladılar. Arkadaşları
yükü bağlarlarken Yakup ninesinin yanı geldi. “Kendine dikkat et; beni merak
etme. Tanrı, İsa Mesih bütün günahlarını af etsin. Son nefesinde sana iman
nasip etsin.” deyip sağ elini kalbinin üzerine koyup bir dua mırıldandı. Siyah
keşiş elbiseleri içinde torunu gözüne bir yabancı ve korkunç göründü. Hıristiyanlık
ilk resmileştiği dönemde bu elbiseyi giymiş insanların pagan ve Museviler’e
yaptıkları işkenceleri hatırladı. Tanrının adına yaşattıkları o büyük açıların
hikayelerini dinleyerek büyümüştü. Şimdi kendi kanından olan biri o elbiseleri
giymiş, karşısında durmaktaydı. Öfkeyle torunun gözünün içine bakarak “Rab seni
de afetsin umarım bir gün gerçekleri görürsün.” Hizmetli kız da çıkmış,
gözlerinden akan yaşı elinin tersiyle silerek kapının eşiğinde onlara
bakıyordu. Arkadaşları işi bitirdiğinde Yakup, “İsa Mesih sizi korunsun.” deyip
arkasını dönüp gidecekti ki Maria, Yakup “Seni böyle göreceğime ölseydim daha
iyi olurdu. Aslını inkâr eden insanların inandığı din bir anlam ifade etmez.
Sen bizi, atalarını inkâr ediyorsun. Yehova seni afetsin.” Yakup ilk kez
ninesini bu kadar sert ve ciddi gördü. “Yehova” ismini gereksiz yere söylemeye
korktukları halde ninesi şimdi bu ismi söylemişti. Başını eğdi, hiçbir şey
söylemeden arkadaşlarının yanına gitti. Katırı çekip kanatlı kapıdan
çıktıklarında Maria’nın öfkeden yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Hizmetli kız yanına
gelip oturdu. “Üzülme; ben seni terk etmeyeceğim.” diyerek sol eliyle kadının
sırtını sıvazladı. Kadın sağ kolunu kaldırarak kızın boynuna doladı, kendine
doğru çekip titreyen eliyle saçlarını okşadı.
Torunu
gittikten sonraki günlerde Maria, öfkeyle karışık bir üzüntüyle uyandı.
Günlerinin büyük bir bölümünü iğde ağacının önündeki sedirde oturarak geçirdi.
O hafta, uzun zamandır hasta olan çocukluk arkadaşı da ölünce Maria, yardımcı kızın
yardımıyla zorlukla nekropole gidebildi. Mezarın yanındaki taşın üzerine oturup
içine çöken üzüntüyle mezar taşına baktı. Kurumuş gözlerinde birkaç damla yaş
döküldü. Uzun zamandır konuşup dertleştiği tek insan da onu terk etmiş, yalnız
bırakmıştı. Kanlanmış gözlerinde bakışlarını mezar taşlarında gezdirdi. Mezar
taşlarındaki isimleri okuduğunda tanıdıklarının neredeyse tamamının orada
olduğunu fark etti. Büyüyüp yaşadığı kentte artık çok az insan tanıyordu.
Arkadaşının mezarından bir avuç toprak alıp titreyen avucunda sıktı, içinden
bir dua okudu. Değneğine yaslanarak annesinin mezarına gitmek için kalktı.
Hizmetli kız dikilmiş onu seyrediyordu. Ayaklarını sürüyerek biraz yürüdü. Josef’in,
oğlunun ve gelinin mezarını fark etti. İç çekerek, eşini çocuğunu değil,
annesini düşündüğüne şaşırdı. Gidip iki mezarın arasında durdu bir dua okudu.
Derin derin aldığı nefesle şişip inen göğsüne damlayan yaşlar, dudaklarının
kenarında akarken mırıldandı “Beni bırakıp gitti, beni terk etti. Keşke ben de
sizinle burada olsaydım da, bu günleri yaşamasaydım.” Hıçkırıkla birlikte tutan
kuru öksürük nefesini kesti. Oturmak için bakındığında genç kız kolundan
tutarak Josef’in mezarının kenarına oturmasına yardım etti ve “Efendim,
kendinizi üzmeyin; yine atak geçirebilirsiniz.” dedi. Öksürüğü seyreldi, derin
derin soludu, “İyiyim merak etme, yardım et annemin mezarına gidelim.” dedi ve
ayağa kalkmak için yeltendi. Gözlerini mezarlardan ayırmadan yürüdü. Annesinin
mezarına geldiğinde özlemle mezara baktı. İçinde, mezarın üzerine atılıp,
annesinin kollarına dolanma duygusu o kadar yoğunlaştı ki, kendini zor tutu.
Kendisi annesinden daha fazla yaş almasına karşın, annesine olan özlemi
burnunun direğini sızlatıyordu. Kendini o kadar yalnız ve çaresiz hissetti ki,
küçük bir çocuk gibi büzülüp boynunu büktü. Kesik kesik öksürdü. Kuruyan
gözlerinde biriken yaşlar, yüreğinin içine akıyordu. Titreme tutunca genç kız
sarılıp yavaşça oturttu. Uzun süre hiçbir şey düşünemeden babasının ve
annesinin mezar taşlarını izledi. Genç kızın “Efendim gidelim.” sözünü
duyduğunda anlamını yitirmiş bakışlarını kızın yüzüne çevirdi. Başıyla gitmeyi
kabul eden bir hareket yaptı. Genç kız koluna girip ayağa kalmasına yardım
etti. Ayağa kalkınca bakışlarını nekropoldeki bütün mezarların üzerinden
gezdirdi. Değneğine yaslanarak kızın yardımıyla zorlukla yürüdü. Mezarlardan
biraz uzaklaştıktan sonra durup, son bir defa mezarlara baktı. “Ailem, bütün
tanıdıklarım burada ey Adonay; benim de canımı al, kurtar beni bu azaptan. Bu
gözlerimi toprakla doldur ki, daha fazla kötülük görmesiler.” deyip yürümeye
devam etti. Bütün tanıdıklarını arkada bırakmış, artık çok az tanıdığı kalmış
kente doğru yürüdüler…


3 Yorum var
Yorum Yap
Email Adresiniz görünmeyecektir.*