HİÇBİR ŞEY BAŞLADIĞI GİBİ GİTMEZ
(Not:
Bu hikâye, Pisidia Antiokheia 2025 yılı kazı çalışmalarında bir soğutucu kuyu
içerisinden açığa çıkarılan, 4 adet insan iskeletinden yola çıkılarak
kurgulanmıştır. İskeletlerin yanında üç tane Fransa Kralı I. Henry’ye ait sikke
bulunmuştur. 1039 tarihli bu sikkeler, öldürülüp kuyuya atılmış insanların
yaşadığı tarih hakkında kesin bilgi vermektedir.)
Feodal
beyler güçlerini pekiştirmiş, geniş topraklara sahip olmaya başlamış; Avrupa
halkının büyük çoğunluğu “self”e dönüşmüştü. Beyler tarafından toprakla
birlikte alınıp satılan insanlar, gece gündüz demeden çalıştırılıyor ve karın
tokluğuna yaşıyorlardı. Henüz self’e dönüşmemiş olanlar da evlerini geçindirmek
için bin bir türlü zorluk çekiyorlardı. Din adamları, aforoz ve cehennem
ateşiyle saldıkları korkularla, feodal beylerle bir olmuş, toplumu iliğine
kadar sömürüyorlardı. Köylüler, karnı doyar, okuma-yazma öğrenir umuduyla
çocuklarını kiliselere vermek için adeta yarışıyorlardı. Tek umutları Tanrı
kalmıştı. Ancak Tanrı’nın gönderdiğine inandıkları din birçok mezhebe bölünmüş,
mezhepler arası şiddetli çatışmalar yaşanıyordu. Sonradan Hıristiyanlaşmış
Avrupa kıtasında Arius’a inananların sayısı oldukça fazlaydı. Zorla atalarının
inandığı şeylerden vazgeçirilmiş insanların yürek yaraları henüz
kabuklanmamışken; bir de yeni geçtikleri dindeki daha zorba baskılara maruz
kalmışlardı. Roma’daki Papa bunlara karşı ciddi bir mücadele başlatmış, tek ve
hak gördükleri “Katoliklik” uğruna her yolu mübahlaştırarak korkunç yöntemler
uyguluyordu. Yaptıkları baskılara karşı direnç fazla olunca daha sinsi
yöntemler buldular. Açgözlü ve yönetim tahtlarını kaybetmek istemeyen
yöneticileri satın alarak, halkı Katolik olmaya mecbur bıraktılar. Mesih’in
getirdiği o mübarek din hurafelerle doldurulup kiliselerin kontrolünde bir
endüstriye dönüşmüştü. Öyle bir korku salmışlardı ki insanlar, bu dünyada
aforoz edilme, öbür dünyada cehennemin korkunç ateşi ve türlü işkenceleriyle
düşünemez bir hale getirilmişlerdi. Elinde üç kuruş parası bulunanlar onu da
cennetten tapu almaya harcıyorlardı. Halkın elinde avucunda ne varsa kilise bir
şekilde ona sahip oluyordu.
Sert geçen
kışın ardından gelen yaz oldukça verimli olmuş, köylüler bol hasat elde
etmişlerdi. O yılki hasadı satan Hugues, kendisine ve eşine cennetten bir tapu
satın almış ve tek eksiğin oğlunun geleceğini garantilemek kaldığını
düşünüyordu. Bu durum için oğlu Aimeric’in elinden tutarak çocukluk arkadaşının
görev aldığı kiliseye gitti. Oğlunu Tanrı’ya adadığını, kiliseye yapabileceği
yardımları uzun uzadıya anlattı ve onun kiliseye kabul edilmesi için adeta
yalvardı. Sekiz yaşını doldurmuş olan Aimeric, ellerini dizlerinin üzerinde
birleştirmiş, buz mavisi gözlerini tabanın mermerleri üzerinde gezdiriyordu.
Başrahip çocuğu süzdü ve “İsmin nedir?” diye başlayan bir dizi soru sordu.
Gözlerini yerden kaldırmayan Aimeric, ellerini dizlerinin arasına sokup iyice
büzüştü; sorulan sorulara çekingen ve utangaç bir ses tonuyla cevap verdi. Baba
nefesini tutmuş, rahibin sonuç cümlesini beklerken arkadaşı olan rahip müsaade
isteyerek söze girdi. Arkadaşının ne kadar zeki ve çalışkan olduğunu ve
çocuklarının da babalarına çektiğini, kendisinin de bu duruma kefil olduğunu
anlattı. Bunun üzerine gözlerini çocuktan ayırmayan başrahip, başını olur
anlamında sallayıp “Tamam, sanırım bir kişilik yerimiz var.” diye mırıldandı.
“Tamam” kelimesi kulaklarına vardığında gözlerinin içi parlayan Hugues, derin
bir nefes alıp rahibin eteklerine kapanıp kezlerce teşekkür etti. Arkadaşıyla
vedalaşan Hugues, kentin biraz dışında bulunan evin yolu boyunca neşeli ve
minnet duyan bir sesle oğlunun hayatının nasıl kurtulduğunu anlatıp durdu. Alacağı
eğitimden çok, düzenli yiyebileceği sıcak bir tas çorbanın ne kadar önemli
olduğunu vurguladı. Eve yaklaştıklarında babasının elini sıkıca tutmuş olan
Aimeric, hıçkırıklarını daha fazla tutamayarak kekeleyerek “Annemden ayrılmak
istemiyorum.” dedi. Babası durup oğlunun önünde diz çöküp ona sıkıca sarılıp
annesiyle beraber her zaman yanında olacaklarını, onu asla bırakmayacaklarını
ağlamaklı bir ses tonuyla söyledikten sonra peş peşe bir sürü teskin cümlesi
sıraladı. Annesi, oğlunun kiliseye kabul edildiğini öğrendiğinde buruk bir
sevinç yaşadı. Aimeric, babasının kilisede rahibin önünde düştüğü durumu ve
annesinden ayrıldığı günü ne zaman hatırlasa o çocuk yüreğinde kopan kıyameti
yeniden yeniden yaşıyordu…
Kilise
ortamına alışmak çok uzun sürmedi. Arkadaşları arasında okumayı ilk
öğrenenlerden biri olunca kendine olan güveni arttı ve daha fazla çalışmaya
başladı. Kilisede düzenli ve rutin yapılan işler onu disipline etmiş ve bu
yaşamdan keyif bile almaya başlamıştı. Dini bilgileri arttıkça İsa Mesih ve
Havarilerin yaşadığı döneme büyük bir merak saldı. Latince ve Eski Grekçeyi
öğrendiğinde kütüphaneden de çıkmaz olmuştu. Her okuduğu metin, okuma merakını
daha da artırıyor, gece geç saatlere kadar çalışıyordu. Kasaba düzeyinde olan
Argentoratum (Strazburg)’da, kaldıkları küçük kilisenin yanında Notre Dame
Katedrali’nin inşası devam etmekteydi. Gündüzleri inşaata çalışıyor, geceleri
okumakla geçiriyordu. On sekiz yaşına geldiğinde annesini kaybettiği haberini aldı.
Cenaze için izin alıp evin yolunu tuttu. Yol boyunca yüreğinde büyük
çelişkilerle mücadele edip durdu. Okuduğu metinlerde İsa Mesih ve Havarilerin
uğruna mücadele ettiği eşitlikçi, kardeşçe yaşam vaadinden çok etkileniyor;
ancak yaşadığı ve gördüğü gerçeklerin kitaptakilere hiç uymadığını fark
ediyordu. Bir tarafta ülkenin içinde bulunduğu ekonomik bunalım ve babasının
düşürüldüğü duruma benzer bir yaşam süren insanlar, diğer tarafta toplumu
sömüren küçük bir azınlığın refah içerisindeki yaşamları…
Bir yıl sonra
babasını da elleriyle toprağa gömdü. İsa Mesih’in vaat ettiği göksel cenneti
öğrenmemiş olsaydı bu acıya nasıl dayanabilirdi? Artık tek tesellisi okumak
olmuştu. Bu tarihten sonra içine kapanmış, az konuşan, çok okuyan bir keşiş
olmuştu. Bazen birlikte kaldığı arkadaşların sohbetlerine katılır, basit
şeylerden bahseder; iç dünyasını onlara açmazdı. Ders aldığı hocaları da
erginlenmiş bu durumunun farkındaydılar.
Rüyalarında
kendisinin İsa gibi çarmıha gerildiğini ve bir türlü ölemediğini görür, kan ter
içinde uyanırdı. Yirmi yaşına geldiğinde kilisede büyük bir toplantı organize
edildi ve eğitimini tamamlamış öğrencilerin misyon alma zamanı geldiği
bildirildi. Aimeric, ana dilinin yanı sıra Germence, Latince, Grekçe ve
İbranice öğrenmişti. Bundan dolayı kilise yönetiminin ondan beklentisi oldukça
yüksekti. Ancak Aimeric, kutsal topraklara gitmeyi ve o mübarek zatların
yaşadığı, eziyet edilerek öldürüldüğü yerleri görmek istiyordu. Annesi öldükten
sonra kiliseden çıkıp halkın arasında dolaşmaya başlamış ve sürekli kutsal
yollardan ve haçtan bahseden hikâyeler dinlemişti. Diğer öğrencilerin görev
yerleri belirlenip sıra Aimeric’e geldiğinde söz isteyerek saygıyla ayağa
kalkıp Roma Kilisesine bağlılığı kabul etmeyen ve ayrışmış olan Doğu’ya gidip
Tanrı’ya orada hizmet etmek istediğini bildirdi. Hücre arkadaşlarından biri
olan Geoffrey de aynı şeyi istedi. Toplantı bittiğinde Aimeric’le birlikte dört
öğrenci daha Doğu’ya görevlendirilmişti. Geoffrey, orta sınıf zengin bir
ailenin çocuğuydu. Babası kiliseye büyük bir yardım yapıp oğlunu eğitim için
kilise okuluna kaydettirmişti. Aimeric, okulda en iyi anlaştığı arkadaşı
Geoffrey’in kendisiyle gelmesine çok sevinmişti.
Hazırlıklar
tamamlanıp yola çıktıklarında ilk hedefleri Konstantinopolis’ti. O dönem
kiliseleri, kutsal emanetlere sahip olma konusunda adeta yarışıyorlardı. Kudüs
ve çevresinde toplanan emanetler ve azizlere ait kutsal şeyler Doğu’dan alınıp
Batı’ya getiriliyor ve bu emanetlerin saklandığı kiliseler haç kilisesi olarak
lanse ediliyordu. İnananlar, bu emanetleri görebilmek için akın akın o
kiliselere gidiyor ve kiliseler, sattıkları kutsal yağlar, sular ve bağışlarla
çok para kazanıyordu. Dini mekânlar para kazanmanın en iyi kapısı olmuştu. Haç
merkezlerini ziyaret etmek için yürünen yollar da kutsal addedilmişti. Ne kadar
uzun yürür ve ne kadar eziyet çekersen günahların o kadar hafifler ve çok sevap
kazanırsın düşüncesine insanlar inandırılmıştı. İnandırıldıkları sadece bu
kadar da değildi… Çıktığın bu kutsal yolda ölürsen, sorgusuz sualsiz göksel
cennete girer ve Mesih’le birlikte olma onuruna erişirsin. Bu dünyanın faniliği
ve gerçek yaşamın olduğu öbür dünya cenneti, ezilen ve sömürülen insanlar için
daha cazip geliyordu.
Aimeric ve
arkadaşları kilisenin kütüphanesinde toplanıp çıkacakları yolculuk öncesi bu
sevaplar üzerine uzunca bir sohbete giriştiler. Haritalara bakıp yol
güzergâhlarını belirlemeye ve geçecekleri yerler hakkında bilgi edinmeye tam on
gün harcadılar. Pazar günü yapılan büyük ayine katıldıktan sonra piskopos ile
görüşüp son hazırlıklarını yapmak için hücrelerine döndüler. Sabah erkenden
uyanıp soğuk suyla yıkandıktan sonra kiliseye girip dua ettiler. Okudukları
kitaplarda çok iyi bildikleri, ancak gerçekten hiçbir bilgileri olmayan
karanlık bir coğrafyaya doğru yola çıktılar.
Roma
İmparatorluğu, hükmettiği her yeri Kent Roma’ya bağlayan büyük bir yol ağı
oluşturmuştu. Argentoratum’dan uzaklaşıp yol boyunca farklı yerleşimlere
uğrayarak büyük bir heyecanla hızlı adımlarla yürüdüler. Bahar ayının serin
havası ve sürekli yağan yağmur, her geçen gün yürüyüşlerini yavaşlattı. Bir
ayın sonunda imanla çarpan kalpleri, sinir ve stres yaratan kanı daha çok
pompalamaya başlamış; aralarında sürtüşmeler ortaya çıkmıştı. Germen
topraklarında ilerliyor ve oldukça fakir köylerden geçiyorlardı. Germenlerin
“Keşişlerin Yeri” dedikleri Munichen (Münih)’a vardıklarında yorgunluktan
bitkin durumdaydılar. Isar Nehri’nin kıyısında küçük bir kasabaydı. İlk işleri
kiliseye gitmek oldu. Germence bilmeleri işlerini oldukça kolaylaştırmış,
sırtlarındaki keşiş elbiseleri de bu duruma çok yardımcı olmuştu.
Kilisedeki
diakonlara amaçlarını anlatıp bir süre kalabilmeleri için yardım istediler.
Gönülsüzce de olsa kalmaları için yerde, içleri otla doldurulmuş şiltelerin
serili olduğu karanlık bir oda gösterdiler. Hiçbir şey yemeden, dua ederek,
konuşmadan uyumak için şiltelerin üzerine cenin pozisyonunda kıvrıldılar. Orada
kaldıkları süre içerisinde civar köyleri dolaşıp ellerindeki bakır taslarla
dilenip insanlara dua edip İsa Mesih’le ilgili hikâyeler anlattılar. Bir
haftanın sonunda yeniden yola koyuldular. Kendilerini biraz toparlamış, moral
yönünden düzelmişlerdi.
Keşişlerin
yurdunun bulunduğu ova bitmiş, dağlık bir arazi başlamıştı. Oldukça yavaş
yürüyor ve geceleri çok üşüyorlardı. Tek tesellileri, çıktıkları bu kutsal
yolda kazanacakları sevaplar olmuştu. Dağlık alanda geçen yol üzerinde herhangi
bir yerleşim yoktu; doğadan topladıkları şeyleri yiyor ve önlerine tavşan vb.
bir şey çıksın diye dua ediyorlardı. Dağ sıçanları dışında bir şey bulamadılar.
Önlerine gelen yüksek bir dağın zirvesine ulaştıklarında şiddetli bir rüzgâr
çıktı ve arkasından karla karışık yağmur başladı. Gece olmadan kalabilecekleri
korunaklı bir yer ararken bir kayalığın ortasında bir mağara gördüler. Hızlı
adımlarla mağaraya doğru yöneldiler.
Mağaraya
yaklaştıklarında içeriden çıkan dumanı görünce şaşırdılar. Tam mağaranın
kapısına vardıklarında iki kişi ellerindeki kamalarla önlerini kesti. Keşiş
olduklarını anlatmaya çalıştılarsa da konuşulan dilden hiçbir şey anlamadılar.
Onlar konuşurken beş kişi daha etraflarını sardı. Torbalarını alıp ellerini
bağlayarak yere çökerttiler. Torbalarda biraz peksimet dışında yiyecek bir şey
çıkmadı. Torbaları yere atıp ateşin başına dönüp kendi aralarında konuşmaya
başladılar. Beş keşiş birbirlerinin gözlerine umutsuzca bakıp içlerinden Baba,
Oğul ve Kutsal Ruh’a dua mırıldandılar.
Elbiselerin
ıslaklığı dışarıdan gelen soğukla birleştiğinde içleri titredi.
Çocukluklarından beri taş binada hasırların üzerinde soğukta uyumaya alışmamış
olsalardı o geceyi sabah edemezlerdi. Büzüşüp ısınmaya çalıştılar. Diğerleri
ateşin başında şarap içip kahkahalarla gülüyorlardı. Adamlardan biri onları
işaret ederek parmaklarıyla bir haç işareti yaptı. Açlık, soğuk ve yorgunluktan
bitap düşen keşişler korku içinde uyudular.
Aimeric’i,
çarmıha germek için yassı bir tahtanın üzerine uzatıp ayaklarına ve avuçlarına
çivi çaktıklarında korkunç bir acı çekti. Bağırmak istediyse de ses çıkaramadı,
umutsuzca çırpınıp durdu. Çarmıhı kaldırıp diktiklerinde adamlardan biri
elindeki mızrağı sağ kaburgasının altına sokmak için uzattığında bağırarak
uyandı. Başında Roma miğferi bulunan biri, mızrağın ucunu dürterek onu
uyandırmaya çalışıyordu. Uyanan Aimeric yeniden bağıracaktı ki adam işaret
parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı.
Bir anda
mağaraya onlarca insan girdi ve ateşin başında içkiden sızmış olanlara
çullandılar. İlk uyanan üçünü öldürünce diğerleri teslim oldu. Gürültüden
uyanmış olan diğer keşişler de korkuyla olanları izliyordu. Miğferli adam gelip
keşişlerin önünde durup anlamadıkları bir dille bir şeyler söyledi.
Anlamadıklarını fark edince bozuk bir Latinceyle kim olduklarını yineledi.
Geoffrey kekeleyerek keşiş olduklarını ve kutsal topraklara gitmek için yolda
olduklarını anlattı.
Miğferli
adamın el işaretiyle keşişlerin ellerini çözüp ayağa kaldırdılar. Şafak sökmüş,
mağaranın içi iyice aydınlanmıştı. Mağaranın arka tarafında buldukları değerli
eşyaları rahat taşınması için aralarında paylaştılar. Cesetleri mağaranın
önünden aşağı atıp diğerlerini birbirine bağlayarak rahiplerle birlikte yola
çıktılar. Miğferli adam adının Zemislav olduğunu belirtti ve bir zamanlar Roma
lejyonunda görev aldığını, birçok savaşa katıldığını bozuk Latincesiyle anlatıp
durdu.
Anlattıklarından
Slavların yaşadığı coğrafyada olduklarını anladılar. Akşama doğru küçük bir
köye ulaştılar. Köyde birçok kişi onları karşılamak için meydanda toplanmıştı.
Kalabalıktan öne çıkan yaşlı biri miğferli adamı saygıyla selamladı. Kendi
aralarında Slavca bir şeyler konuştuktan sonra miğferli adam keşişleri
göstererek emrivaki cümleler kurdu. Daha genç biri, keşişlerin yanına gelerek
kendisini izlemeleri için el işareti yapıp kalabalığa doğru yürüdü.
Köyün
meydanına yakın eski bir eve götürdü. Evin odalarından birinin kapısını açarak
girmelerini işaret etti. Onlar içeri geçince bir şeyler anlattı; ancak
konuştuklarından hiçbir şey anlamadılar. Yerde bulunan şiltelerin kenarına
ilişerek oturdular. Bir süre sonra aynı adam, ellerinde yemek dolu tabaklarla
geri gelip yemekleri önlerine bırakıp ayrıldı. Karınlarını doyuran keşişler,
dua ederek yaşadıkları bu mucizeye şükrettiler.
O köyden
ayrıldıktan sonra geçtikleri yerlerde hayrete düştükleri çok şey yaşadılar.
Slavların çoğunluğunun Hristiyanlık inancını kabul etmiş; ancak pagan
geleneklerinden vazgeçmediklerine şahit oldular. Greklerin “barbar” olarak
nitelendirdikleri Trak halklarında İsa Mesih’in yumuşak başlılığından eser
yoktu. Hristiyan rengine boyanmış kaba saba barbarlıklarını devam
ettiriyorlardı.
Çok
zorlandıkları yolculuğun beşinci ayında Konstantinopolis’in ihtişamlı surları
görünmüştü. Yorgunluk, umutsuzluk yerini büyük bir sevince bırakmıştı. Kent
hakkında okuduklarını birbirleriyle paylaşarak kente doğru hızlı adımlarla
yürüdüler. İnançlarını serbest bırakan o mübarek imparatorun mezarını ziyaret
ederek bolca dua edeceklerini düşündükçe ayrı bir mutlu oluyorlardı. İsa
Mesih’in gövdesinden esinlenerek yapılmış olan kiliseye gök kubbe yapan
imparator ve ustalarına sonsuz şükranlarını sunmayı hayal ediyorlardı.
Hristiyanlığın kalbi olan bu kent, onlarda başlı başına bir heyecan
yaratıyordu.
Surların
önüne geldiklerinde oturup uzun uzadıya surları izlediler. Kapının önündeki
nöbetçiler yanlarına gelip kim olduklarını sordu. Kim olduklarını ve amaçlarını
Geoffrey anlattı ve kente girebilmeleri için izin istedi. Kente, Hadrianapolis
(Edirne) Kapısı’ndan içeri girdiler. Surlara yakın, yıkılmaya yüz tutmuş eski
evleri ve orada yaşayanların perişanlığını gördüklerinde hayal kırıklığına
uğradılar. Ancak kentin merkezine doğru ilerledikçe kent, zenginliğini
göstermeye başladı.
Theodosius
Meydanı’na geldiklerinde gök kubbe gibi duran Hagia Sophia’nın ihtişamı
karşısında haç çıkarıp dua okudular. Kitaplarda yüzlerce kez okudukları ve
hayal etmeye çalıştıkları o muhteşem yapı tam da karşılarındaydı. Etraftaki
kalabalığın meraklı bakışlarına aldırmadan dizlerinin üzerine çöküp tekrardan
haç çıkarıp secdeye vardılar.
Konstantinopolis’te
bir aya yakın kaldılar. Bu süre içerisinde Kutsal Havariler Kilisesi’nin
misafirhanesinde kaldılar. Büyük İmparatorun mezarının olduğu o kutsal yapıda
kalmanın heyecanı tarifsizdi. İlk günlerin heyecanı geçtikten sonra o şatafatlı
kentin içerisinde kangrenleşmiş birçok sorunun olduğunu fark ettiler. Akşamları
din adamlarıyla yaptıkları sohbetlerde onların dini bir geleneğe
dönüştürdüklerini ve “âdet yerini bulsun” düşüncesiyle davrandıklarını hayretle
izlediler.
Bu kentte
onları en çok şaşırtan şey, kenti ikiye bölen nehrin ne kadar büyük olduğuydu.
Bu nehre “Bosporos” yani “Öküz Geçidi” diyorlardı. Bunu görünce Greklerin
Thalassa’ya (Deniz) neden bu kadar önem
verdiklerini daha iyi anladılar. Çünkü o güne kadar böylesine büyük bir su
görmemişlerdi. Kentte de tıpkı bu nehir gibi büyük ve ihtişamlı yapılar vardı.
Ancak bu şatafatın içinde yaşayanların İsa Mesih’e olan ilgilerinin bir o kadar
düşük olduğunu ve kentteki nüfusun büyük bir bölümünün hayatlarını zorluk içerisinde
devam ettirdiklerini gördüler.
Tıpkı
yurtlarında olduğu gibi burada da Yahudi tefeciler milletin iliğini
sömürüyordu. Kenti iki hizip yönetiyordu: Maviler ve Yeşiller… Bütün siyaset
hipodromun etrafında şekilleniyordu. Bu at taraftarları, imparator indirip
tahta imparator çıkarabilecek kadar güçlüydüler. Oysa onlar, dinlerinin kalbi
olan bu yerde tıpkı İsa Mesih ve Havarilerin misafirperverliği ve kardeşlik
duygularıyla karşılanacaklarını hayal etmişlerdi.
Bir Pazar
ayininde Hagia Sophia’ya gittiler. O günkü ayini Papa bizzat kendisi yönetti.
Verdiği vaazda imparatorun, halkının refahı için nasıl mücadele ettiğini, ne
çok fedakârlıkta bulunduğunu uzun bir methiyeyle anlattı. Seyahat süresince çok
az konuşan Pascal, hafif kanlanmış buz mavisi gözlerini Papaya dikerek öne
doğru eğildi ve yumruklarını sıktı. Bu hareketini fark eden Geoffrey, sağ elini
onun dizinin üzerine koyarak eğilip kulağına sakin olması konusunda telkinde
bulundu.
Ayin
bittikten sonra umutsuz biçimde taş döşeli dar bir sokaktan boğaza doğru
yürüdüler. Öfkesini alamamış olan Pascal, “Yalaka köpekler…” deyip durdu.
Boğazı gören kilisenin basamaklarına oturup bir süre hiç konuşmadan suyun
akışını izlediler. Sessizliği Aimeric kekeleyerek bozdu, “Bu gördüklerimiz,
yaşadıklarımız gerçek olamaz. İnandığımız, uğruna yollara düştüğümüz o gerçek
bu olamaz. Çocukluğumuzu yaşayamadan bizleri İsa Mesih’in yolunda gidelim diye
Tanrı’nın evine verdiler. Sizi bilmiyorum ama ben büyük bir hayal kırıklığı
yaşadım. Zaten yol boyunca gördüklerim, zihnimi hep çocukluğuma ve ailemin
içinde yaşadığı kötü koşullara götürdü. Yine de o lanet şeytanın aklımı
kurcalamasına izin vermemesi için büyük bir savaş verdim. Ama şimdi, bu kutsal
kentte tanık olduğum şeyler beynimde bir sürü soruyu döndürüp duruyor.” Sesine
yansıyan üzüntüsüyle, “Bilmiyorum… bilemiyorum…” diye fısıldadı. Pascal, iri
cüssesiyle ayağa kalkıp, “Bunlar putperestlerden daha kötü olmuşlar. Ruhlarını
şeytana satmışlar, aşağılık herifler…” deyip kıyıya doğru yürüdü. Geoffrey
peşinden giderek koluna girdi ve ona bir şeyler anlatmaya başladı. Diğerleri
büzüştükleri yerden onları izliyorlardı. Bertram, kafasına geçirdiği başlığı
geriye atarak iki eliyle yüzünü sıvadı ve öfkeli bir sesle, “Bir şeyler yanlış…
Bir şeyler yanlış…” deyip birkaç kez tekrarladı. “Tanrı insanları eşit
yarattıysa yaşadığımız yerde, yol boyunca ve burada gördüklerimizin hiçbiri bu
eşitliğe uymuyor. İmparator, yöneticileri ve patrik büyük saraylarda lüks
içinde yaşarken diğer müminler köle düzeyinde varlıklarını devam ettirmeye
çabalıyorlar.” Devam edecekti ki Neville söze girdi, “Biz inandığımız kutsallar
için yola çıktık. Bunları boş verin, yüreğimize vesvese vermeyelim.” Geoffrey
ve Pascal geri geldiler ve kalkmaları için arkadaşlarına işaret ettiler. Kalacakları
yere geldiklerinde Christopher’ın onları beklediğini gördüler. Christopher, “Nereye
kayboldunuz? Bugün sizi güzel bir yere götüreceğim, çok beğeneceğinizden
eminim.” dedi. Aimeric kibarca teşekkür etti. Christopher, Niceia’da doğmuş ve
ilk eğitimini oradaki rahiplerden almış, sonra bu kiliseye gelmişti. Geldikleri
ilk günden beri iyi arkadaş olmuş, uzun sohbetler etmişlerdi. Ondan kent ve
imparatorluk hakkında epey bilgi almışlardı. Geoffrey hafif gülümseyerek,“Nereye
götüreceksin?” diye sordu. “Khrysokeras (Haliç)’a… Yani bir doğa mucizesi olan
Altın Boynuz’a ve Galata’ya.” Eliyle işaret ederek, “Hazırsanız gidelim o
zaman.” deyip yürüdü.
Yol boyunca
bu kentte yaşanan mucizeleri, kente gelen azizleri masalımsı bir dille anlattı.
Khrysokeras’a hayran kaldılar. Boğaza gerilmiş olan kalın demir zinciri fark
eden Pascal gayri ihtiyari, “İmparator, tıpkı burada doğanın boğazına geçirdiği
bu kalın zincir gibi, halkının da boynuna ve düşüncelerine böyle bir zincir
takmış; tasmayla dolaşmalarına müsaade ediyor.” diye söylendi. Christopher,
hayretle Pascal’ın yüzüne bakıp yutkundu. Ortamı yumuşatan Neville oldu. Her
geçen gün gördükleriyle mutsuz olup öfkelenmeye başlamışlardı. Erken
kalktıkları bir gün Neville, “Sanırım buradan gitsek iyi olur. Hem bizim
hedefimiz burası değil; o mübarek zatın doğduğu topraklar…” arkadaşlarının
yüzüne bakarak, “değil mi?” diye sordu.
O günün
tamamını gidecekleri yeni yerler hakkında konuşarak geçirdiler. Akşam, gitme
konusunu Christopher’a açıp gidecekleri yerler ve yol güzergâhları ile ilgili
görüşlerini istediler. Christopher iki alternatif olduğunu; bunlardan birinin
gemiyle direkt Kudüs’e, diğerinin ise kutsal yedi kiliseyi ziyaret ederek kara
yoluyla gitmek olduğunu belirtti. Karayoluyla gitmenin daha yararlı olacağı
konusunda fikir birliğine vardılar. Böylece ilk konsilin toplandığı kutsal
toprakları da görebileceklerdi.
Sabah
erkenden boğaza gelip gidecekleri yere hareket eden gemiye bindiler. Gemi, Greklerin
Marmaros dedikleri Propontis Denizi’ne doğru yol aldı. Hayatlarında ilk defa
gemiye biniyorlardı. Geminin suyun üzerinde kayarcasına gitmesine çok
şaşırdılar. İlk başlarda mideleri bulandıysa da duruma alışıp kıyıları
seyretmeye daldılar.
Aimeric,
gidecekleri limanı düşününce aklına Greklerin Argonatlar mitosu geldi. İlk
okuduğunda Kolkhis’e altın postu almak için bir gemi yapan İason’un gayreti,
çabası ve ona yoldaş olan gönüllü kahramanlardan çok etkilenmişti. Argo gemisi
de varacakları limanda demir atmıştı. Bakışlarını arkadaşlarının üzerinde
gezdirip kendisini o gemideymiş gibi hissetti. Yüzüne yayılan duyguyu fark
edince haç çıkarıp tövbe edip İsa Mesih ve yoldaşlarını düşünmeye çabaladı.
Zihnindeki
dağınık düşünceleri bir türlü toparlayamayınca farkında olmadan “Lanet şeytan…”
dedi. Bunu işiten Neville dönüp Aimeric’in yüzüne bakıp “Bir şey mi oldu?” diye
sordu. Aimeric, suçüstünde yakalanmış gibi kızardı ve geçiştirmeye çalıştı.
Neville daha da meraklanmış gözlerle bakınca, “Kutsal bir amaç uğruna verilen
mücadelelerde bir derece farkı var mıdır? Yani bizim inancımızda olmayan
birilerinin inandıkları şeyler uğruna yaptıklarını ve ödedikleri bedelleri
nasıl değerlendirebiliriz?” dedi. Neville, “Kutsal suyla arındırılmamış ve
Mesih’in sevgisi kalbinde bulunmayanların yaptıklarının Tanrı katında bir
değeri olduğunu düşünmüyorum. Aziz Petrus’un, Aziz Paulus’un ve diğer
havarilerin o mübarek ışığı karanlığa batmış insanlara götürmek için çektikleri
acıları ve canlarıyla ödedikleri bedelleri bir düşünsene… Doğru yolda
olmayanların verdikleri uğraş kanımca boş bir uğraştır.” Konuşmasına devam
ederken Aimeric, düşündüğü mitos ve kahramanlardan dolayı kendinden utandı ve
mahcupça başını önüne eğip içinden dua etti. Konuşma diğerlerinin de dikkatini
çekmiş, sohbete dâhil olmuşlardı. Aimeric, zihninde yaşanan mücadeleden
düşünemez ve konuşulanları duymaz olmuştu. Ayağa kalkıp, gözlerini kısarak
geminin pruvasına doğru baktı. Argo gemisinin limana yanaşmasını ve
kahramanların şen şakrak inişlerini hayal etti. Kendi kendine, “Onlar da
inanıyorlardı ve birçoğu bu inanç uğruna canlarından oldu. Bir daha büyük
yıldızın ışığını göremediler.” diye mırıldandı. Arkadaşının davranışındaki
farklılığı gören diğerleri de konuşmayı kesmiş, ona bakıyorlardı. Aimeric,
“Sanırım Kilyos’(Gemlik) a yaklaştık, hazırlanalım.” deyip zemindeki torbasını
alıp boynuna çapraz biçimde geçirdi.
Küçük bir
liman kentiydi geldikleri yer; limanda çok sayıda farklı gemi, iskelelerde de
büyük bir telaş vardı. Yiyecek bir şeyler alarak zaman kaybetmeden yola
koyuldular. Nikaia (İznik), bir günlük mesafedeydi. Tepeye doğru yükselen yolda
Neville, “İlk konsil için gelen o mübarek zatların da bir kısmı burada
yürümüşlerdi. Çok şanslıyız.” deyip bir dua okudu. Geoffrey, elini Aimeric’in
omzuna koyarak, “Gemiden beri çok durgunlaştın, bir şey mi oldu?” diye sordu.
Aimeric, “Zihnim çok karışık, bir türlü kontrol edemiyorum. Düşünmek
istemediğim şeyler bana düşündürüyor.” Durup arkadaşının yüzüne umutsuzca
bakarak, “Bu durum biraz canımı sıkıyor.” diye cevap verdi. Askania Gölü (İznik
Gölü)’nün kıyısında uçsuz bucaksız bir manzara uzanıyordu. Geoffrey,
bakışlarını gölün üzerinde oynaşan ışıklarda gezdirip kıyı boyunca uzanan ufka
odaklayarak, “Senin sayende bu kutsal yola çıktık, bu güzellikleri görmek
kısmet oldu.” Burnundan derin bir nefes çekerek, “Göl çok güzel görünüyor; bu
kutsal suda yıkanıp kirlerimizden arınalım.” deyip kıyıya yöneldi. Birbirlerini
takdis ederek yıkandılar. Kıyıya oturup kurumaya çalıştıklarında Pascal, doğa
harikasından bahsettikten sonra konuyu Konstantinopolis’e getirerek
gördüklerinden ve yaşadığı hayal kırıklığını öfkeli bir tonda anlattı, “Sanırım
Tanrı’nın Kuzusu’nun uğruna hayatını verdiği inanç, yozlaşmış bir çıkar dinine
dönüşmüş.” diyerek sözünü tamamladı. Bertram, “Sizi bilmem ama kafamın içi soru
işaretleriyle dolu. İsa Mesih ve Havarilerinin uğruna hayatlarını verdikleri
inancımıza baktığımızda çok değiştiğini ve farklılaştığını görebiliriz.
Sayılamayacak kadar mezhep, tarikat vb. şeyler ortaya çıktı. Hangisinin
gerçekten doğru olduğuna kim doğru karar verebilir ki? Bu oluşumların hepsi
amacının iyiye ve doğruya ulaşmak olduğunu söylüyor. Aksini iddia eden birine
rastlamadım. Ancak gördüklerim; amaç bu olsa da yaşam ve davranışlarda
putperestlerden farklı bir şey olmadığıdır. Bir düşünün… İlk konsilde imparator
ve onun seçtirdiği patrik, Arius ve inananlarını aforoz edip dinden attılar.
Eğer o gün Arius’un düşünceleri kabul edilseydi, bugün insanların büyük
çoğunluğu onun mezhebinde olacaktı. Karar verici Baba ve Oğul olmalı diye
düşünüyorum.” Neville, sözünü kesip “Bu tür sorularla kafamızı karıştırmayalım,
lütfen hedefe odaklanalım.” deyip adımlarını hızlandırdı.
Karanlık
çökmüş, Nikaia’nın soluk ışıkları görünmeye başlamıştı. Kente yaklaştıklarında
dışarıda geceleyip sabahın ilk ışıklarıyla kente girmeye karar verdiler. Güneş
doğmadan kenti kuşatan yüksek ve kalın surun kapısına gelip kente giriş için
izin istediler. Nöbetçiler bu tür keşişlerin kenti ziyaret etmelerine çok
alışıktılar. Doğrudan kentin merkezinde bulunan Hagia Sophia’ya yöneldiler. Surlarla
çevrili kentin dört kapısından gelen yolların kesiştiği noktaya kentin kalbi
olan kiliseyi inşa etmişlerdi. Kilise göründüğünde heyecanlandılar, etrafındaki
insanların yolun ve kilisenin kutsallığını umursamaz halleri dikkatlerinden
kaçmadı. Bahçede oturan diakonun yanına gidip kendilerini tanıtıp
kalabilecekleri bir yer sordular. Diakon, kentin dışında bir manastır
bulunduğunu, orada kalabileceklerini söyledikten sonra ziyaret amaçlarını merak
ettiğini belirtti. Geoffrey hikâyelerini özetledi ve kutsal topraklara gitmek
istediklerini açıkladı. Kiliseye geçip dua ettiler ve oturarak uzun uzadıya ilk
konsil toplantısına katılanları düşündüler. Aimeric, alınan kararlardan sonra
Arius’un içine düşürüldüğü durumu hayal etti ve iç geçirdi. Babası henüz
çocukken dedesi, Arius’u reddetmek zorunda bırakılmıştı. Ama evin içinde ona
hâlâ çok saygı duyuyorlardı. İmparatorun isteği doğrultusunda karar vermek
zorunda kalmış olan din adamlarının dönüş yolunda neler hissettiklerini merak
etti. Kendisi olsaydı nasıl davranırdı diye düşündüğünde dudaklarından, “Çok
zor olsa gerek…” döküldü. Geoffrey, Aimeric’in yüzüne bakarak: “Ne zor olsa
gerek?” diye sordu. Aimeric, “Sanırım sesli düşündüm. Biz olsaydık ilk konsilde
nasıl davranırdık diye düşündüm. Büyük bir sorumluluk.” dedi. Geoffrey, “Evet,
ben de aynısını düşünüyordum. Tanrı’nın kelamıyla ilgili karar verebilmek büyük
bir sorumluluk… Neyse, biz katılanlara dua edelim.” deyip ellerini önde
birleştirdi.
Nikaia’da üç
gün kaldılar. Bu süre içerisinde kutsal kabul edilen yerleri ziyaret edip
halkla ilgili araştırmalar yaptılar. Dikkatlerini çeken şeylerden biri,
Konstantinopolis’te ve burada Grek kültürünün dinin içerisinde çok baskın
olmasıydı. Halkın büyük çoğunluğu Grekçe konuşuyordu. Yola çıkacakları akşam,
kaldıkları manastırın kütüphanesinde “Vahiy Kitabı”nı kapsamlıca okudular. Elçi
Yuhanna, Tanrı’dan gelen vahyin, İsa Mesih’in bir melek aracılığıyla kendisine
iletildiğini yazar. Gördüğü yedi şamdanın arasında duran insanın elinde yedi
yıldız vardır. Bu yedi yıldız, yedi cemaatin melekleridir. Yedi şamdan ise yedi
cemaattir. İncil’de adı geçen Yedi Kilise’nin tamamının Anadolu’da bulunması
onları oldukça şaşırttı. Kutsal topraklardan sonra bu coğrafyanın da
kutsandığını ve inançları için önemli olduğunu kavradıklarında, buraya gelmiş
olmaktan çok mutlu oldular.
Gidecekleri
kiliseler farklı yol güzergâhları üzerindeydi. İlerlemiş mevsimi de düşünerek
gemiyle Ephesos (Efes)’a ve oradan Sardes’e (Salihli) geçip diğer kutsal
kiliseleri ziyaret ederek Aziz Paulus’un ilk vaazlarından birini verdiği
Antiokheia’da (Yalvaç) kışlamaya; Pergamum (Bergama) ve Smyrna’ya (İzmir) da
dönüşte uğramaya karar verdiler. Vakit kaybetmeden Kilyos’a doğru yola
çıktılar. Akşamın karanlığında limana geldiler. Efes’e iki gün sonra bir gemi
olduğunu öğrendiler. Bu iki günde limanda taşıma yaparak biraz para kazandılar.
Gemi Efes
Limanı’na girdiğinde Neville, “Meryem Ana’nın mezarını göreceğimiz için çok
mutluyum, Tanrı’ya bu günleri gösterdiği için binlerce kez teşekkür ediyorum.”
deyip haç çıkardı ve bir dua mırıldandı.
Kentin mimari
ihtişamı karşısında çok şaşırdılar. Kentin biraz dışında bulunan bir manastırda
kaldılar. Bu manastırın cemaati, diğer gördüklerine göre daha dindar ve
mütevazıydı. Oradaki rahiplerden Aziz Paulus ve diğer havarilerin kente geliş
hikâyelerini merakla dinlediler. Yedi şamdanın birinin kendi cemaatleri
olmasını gururla anlattılar.
Orada önce
Tanrı’nın Kuzusu’nu doğuran Meryem Ana’nın mezarını ve kilisesini, daha sonra
Aziz Yuhanna Kilisesi’ni ziyaret ettiler. Burada Yuhanna İncil’inden uzun
okumalar yaptılar.
Kentin
merkezine dönüş yolunda Neville, azizin hayatını ve Meryem Ana’ya kol kanat
germesini duygulu bir ses tonuyla vaaz verircesine anlattı. Kentin girişine
yakın bir yerde, yıkılmış ve ibret-i âlem için virane bırakılmış bir tapınak
kalıntısını görünce Neville sağ elini yıkıntıya doğru uzatarak, “Burası bir
zamanlar bu kentte taptıkları fahişe tanrıçanın tapınağı olmalı. Tanrı’nın
Annesi sayesinde bu büyük günahlardan kurtuldular.” Aimeric’in yüzüne bakarak,
“Şamdanın birinin bu kentte olması tesadüfi değil sanırım.” diyerek onay
bekledi. Aimeric, onu başıyla onayladı.
Ertesi gün
erkenden Sardes’e doğru yola çıktılar. Aimeric, “Biliyorsunuz,” diyerek
anlatmaya başladı: “Sardes, bir zamanlar Lidya Krallığı’nın başkentiydi. Burada
yaşayan putperestler, sikkeyi icat ederek insanların daha çok günahkâr olmasına
neden olmuşlardı. Bu günahkâr kent, burada yanan şamdanın ışığı ve ateşiyle
arındı ve imanlılar kentine dönüştü.” Altın sikkelerle zenginleşen Lidya Kralı
Kroissos’un kapıldığı kibri ve Tanrı’nın onu daha zalim biriyle
cezalandırmasını uzun, farklı hikâyelerle anlattı.
Dört günlük
zorlu bir yolculuktan sonra kente ulaştılar. Kayalık, dik bir yamacın önüne
kurulmuş olan kentin kalabalık bir nüfusu vardı. Hristiyanların yanında ciddi
bir Yahudi nüfus da yaşıyordu. Kentin zenginliğinin bu Yahudilerin elinde
olduğu dikkatlerinden kaçmadı. Geoffrey, başını iki yana sallayarak,
“Kroissos’un o kirli mirası bu tefecilere kalmış.” diye mırıldandı.
Merkezdeki
kiliseye gidip dua ettiler. Her ne kadar kent, Yedi Kutsallar’dan biri de olsa
burada yaşayanların dünya malına olan düşkünlükleri, gördükleri diğer yerlerden
farklı değildi. Bertram, “Gördüğüm kadarıyla bu kutsal kentte yaşayanlar da
Konstantinopolis’tekilerle aynı.” diyerek hayıflandı. “Sanırım biz kötü bir
zamanda dünyaya gelmişiz. Keşke o mübarek zatların yaşadığı dönemde yaşasaydık.
Bu inanmış gibi görünen, ancak yaşam ve davranışlarında putperestlerden farkı
olmayanları görmekten gerçekten bıktım.” diyerek kilisenin avlusundan dışarı
çıktı.
İki gün
sonra, bir günlük mesafede bulunan Thyateira (Akhisar) Kilisesi’ni ziyaret edip
döndüler. Pazar ayini için büyük kiliseye gittiler. Halka karışmadan nartekse
yakın bir yerde durdular. Ayinden sonra yol için hazırlıklara başladılar.
“Kardeş
sevgisi” anlamına gelen Philadelphia’ya (Alaşehir) doğru yola çıktıklarında
henüz güneş doğmamıştı. Yol boyunca kutsanmış kiliselerin birbirine bu kadar
yakın olması üzerine sohbet ettiler. Akşam karanlığında kente ulaştılar.
Kilisenin akşam çanı hâlâ çalıyordu. Doğrudan kiliseye gittiler. Akşam duasını
yapan cemaat, evlerine doğru birkaç kişilik gruplar hâlinde dağılıyordu.
Yanlarından
geçtikleri yaşlı adamlardan biri, meraklı bakışlarla kim olduklarını ve geceyi
nerede geçireceklerini sordu. Geoffrey, keşiş olduklarını, kutsal topraklar
için yollara düştüklerini kısa cümlelerle anlattı ve kalacak yer konusunda
kendilerine yardımcı olurlarsa çok sevineceklerini söyledi. Yaşlı adam, eve
gidip yemek yiyebileceklerini; ancak evinin küçük olmasından dolayı beş kişiyi
yatıramayacağını mahcup bir dille anlattı. Yanındaki diğer adam, “Bazıları
bizde kalabilir.” deyince yaşlı adamın yüzüne mutlu bir gülümseme yayıldı. Bu
kardeşçe davranışa çok mutlu oldular. Birlikte gidip akşam yemeği yediler.
Yatma zamanı geldiğinde Aimeric ve Geoffrey orada, diğer üçü komşuda kaldılar.
Kentin ismine yakışır bu davranıştan etkilenen Geoffrey, yaşlı adama oldukça
samimi duygularla hikâyeler anlattı ve kent hakkında birçok soru sordu. Bu
kardeş sevgisi dolu kentte iki gün kaldılar. “Kutsal Kitap’ta geçen şamdanın bu
kentte hâlâ parladığını görmek beni çok mutlu etti.” dedi Bertram.
Yaşlı adamın
yaptığı yol tarifinden sonra Laodikeia’ya (Denizli) doğru yola koyuldular.
Lidya topraklarından çıkmış, Frigya topraklarına girmişlerdi. İkinci gün gök
gürültülü, şiddetli bir yağmur başladı ve tüm gün devam etti. Küçük bir köye
sığındılar. Oldukça fakir olan köyde, bir samanlıkta kaldılar. Köylüler az da
olsa yiyecek, içecek bir şeyler verdiler.
Ertesi gün
tekrar yola çıkıp balçığa dönmüş yolda zorlukla yürüdüler. Neredeyse hiç
konuşmuyorlardı. Sessizliği Neville bozdu. Yaşlı adamın, yol üzerinde diye
tarif ettiği Hierapolis, yani “Kutsal Şehir” hakkında bilgiler verdi. Havari
Filipus’un şehit edildiği bu kentte, o mübarek zatın yattığı Martyrium’u
ziyaret etmenin heyecanını, gövdesinin tamamına yayılmış bir mutlulukla
anlattı. Onun heyecanı diğerlerini de canlandırdı ve adımlarını hızlandırdılar.
O gece
dışarıda konakladılar ve ertesi gün öğleden sonra Hierapolis’in kapısından
içeri girdiler. Frigya, termalleri ve dokumalarıyla ün salmıştı. Kentin
merkezinde büyük bir hamam vardı. İlk işleri bu hamama gidip yıkanmak oldu.
Ardından kiliseye gidip dua ettiler. Kilisenin misafirhanesinde kalabilecekleri
bir yer buldular.
Sabah
erkenden Aziz Filipus’un anıt mezarını ziyaret edip kilisesinde ona,
kendilerine ve bütün din kardeşlerine dualar ettiler. O, yılana tapanlara
meydan okuyan ve Tanrı’nın kelamını korkmadan onlara tebliğ eden havariyi bir
ağaca ters asarak korkunç işkencelerle öldürmüşlerdi. Mezarın yanı başına
tekrar gelen Neville, içi sızlayarak o mübarek kişiye yapılanları düşündü.
Laodikeia'nın
Hierapolis’e çok uzak olmadığını öğrendiklerinde sevindiler ve ertesi gün oraya
gitmek için kentten ayrıldılar. Öğleden sonra Laodikeia’ya vardılar. Lykos
Ovası’nın ortasında, masa gibi yükselen düz bir tepenin üzerinde heybetli bir
kentin yıkıntılarıyla karşılaştılar. Yıkıntıların arasında sürüsünü otlatan bir
çobana rastladılar. O kutsal kentten eser kalmamış, hayvan otlatılan bir meraya
dönmüştü. Keşişleri gören çoban yanlarına gelip köylü aksanlı bir Grekçe ile
konuşmaya başladı. Aimeric, kendilerini tanıttı ve amaçları hakkında kısa bir
bilgi verdikten sonra üzerinde durdukları kentle ilgili bilgi istedi. Çoban,
köyün yaşlılarından dinlediği deprem felaketini ve kentin yıkılışını anlattı. “Büyük
bir deprem meydana gelmiş, kentin tamamı yıkılmış ve orada yaşayanlardan çok az
kişi kurtulmuş. Onlar da…” sağ elini batıya doğru uzatarak, “o tarafa
yerleşmişler” dedi.
Geceyi,
kentin merkezine yakın, kilise olduğunu tahmin ettikleri yıkıntının arasında
geçirdiler. Geceler soğuk olmaya başlamıştı. Topladıkları çalı çırpı ile bir
ateş yakıp etrafına oturdular. Bertram, elindeki çubukla ateşi karıştırıp
bakışlarını diktiği ateşten ayırmadan, “Tanrı’nın yaktığı kutsal şamdanı yine
Tanrı’dan gelen bir doğa felaketi söndürmüş,” deyip bir iki odun daha ateşe
attı. Pascal, “Eğer insanlar bu dünyanın malından vazgeçmez, bu şekilde
yaşamaya devam ederlerse sonları, bir zamanlar ticaretin kalbinin attığı bu
kentte yaşayanlar gibi olur. Işıkları söner,” deyip ellerini dizlerinin önünde
birleştirdi.
Erkenden
uyanıp dua okuduktan sonra, yıkıntıların arasında güneşin doğduğu yöne doğru
yürüdüler. Günler kısalmaya başlamış, ara sıra yağan yağmur yol almalarını
yavaşlatmıştı. Altıncı gün, eski adı “Apemeia” (Dinar) olan ve Romalılar
tarafından “Pameia Kibotos” denilen kente ulaştılar. Anadolu’nun ortasında ana
yolların kesiştiği kavşakta kurulan kent, neredeyse Ephesos kadar büyüktü.
Kentin kurulduğu tepenin eteğindeki bir manastırda kaldılar. Çok yorgun
oldukları için hemen uykuya daldılar.
Sabaha karşı
büyük bir gürültü ve şiddetli bir sarsıntıyla uyandılar. Panikle kendilerini
dışarı attılar. Bu koşuşturmada Bertram düştü ve kafasını duvara çarptı. Kentin
içini saran uğultu ve çığlıklar, kulakları sağır edecek kadar korkunçtu.
Manastırın bir bölümü çökmüş, dışarı çıkanlar oraya doğru koşuşturuyorlardı.
Pascal, Bertram’ı kucaklayıp kaldırdı ve bahçe duvarının önüne taşıdı. Başının
kanadığını fark eden Geoffrey, sağ elini Bertram’ın kanayan yerine bastırdı.
Arkadaşının yanında kalmak ile yıkılan yere gitmek arasında ikilem yaşadılar.
Neville, elbisesinin eteğinden bir parça koparıp Geoffrey’in parmakları
arasından sızan kanın üzerine koyunca elini çeken Geoffrey, uyandırmak için
Bertram’ı sarstı ve birkaç kez ismini bağırdı. Kendine gelen Bertram, inleyerek
“İyiyim, iyiyim,” diyebildi.
Mermer bir
heykel gibi durduğu yere çakılmış olan Aimeric, hiçbir tepki vermiyordu.
Pascal, omzuna koyduğu eliyle onu sarstı ve “Geçti, geçti,” dedi. Güneş doğup
ortalık aydınlandığında yıkımın büyüklüğü ortaya çıkmıştı. İnsanlar, yıkılan
evlerin enkazlarında akraba ve arkadaşlarını çıkarmaya uğraşıyorlardı. Yaşanan
korku, uyku sersemi kendini dışarı atanlar, enkazın altında kalan canlarını,
ellerinin parçalanıp kanamasına aldırmadan bir taraftan yıkıntıları
tırnaklarıyla eşerek bir taraftan da isimlerini bağırarak telaşla
koşuşturuyorlardı. Çocukların çığlıkları, kentin önüne kurulduğu dağları
inletiyordu.
Neville,
Bertram’ın başını temiz bir bezle sarıp Geoffrey’e su getirmesini söyledi.
Bertram biraz kendine gelmiş, boş gözlerle etrafına bakınıyordu. Geoffrey,
Bertram’ın yanında kaldı; diğerleri önce manastırın yıkılan bölümünde kalanlara
yardım etti, sonra kentin merkezine gittiler. Manastırda 15 kişi enkazın
altında kalmıştı. Bunlardan 5 tanesi kurtulamadı, diğerleri yaralı çıkarıldı.
Kentin
özellikle kenar mahallerindeki evlerin büyük bir bölümü yıkılmış, kentten koyu
bir toz dumanı kalkmaya devam ediyordu. İnsanlar enkazların başında canhıraş
çalışıyorlardı. Keşişler, hayatlarında ilk defa depremi yaşamış; insanın
doğanın gücüne karşı ne kadar zavallı kaldığını korkuyla öğrenmişlerdi. Bu
kadar çok ölüyü de ilk defa görüyorlardı. Başı ezilmiş, parçalanmış insan
cesetleri ve onların yanında ellerinden bir şey gelmeyen, çaresizce çırpınıp
ağlayanlar… Okudukları bu korkunç manzara karşısında ne yapmaları gerektiği
konusunda hiçbir işe yaramıyordu.
Pascal,
birkaç kişiyi enkazdan çıkardı; diğerlerinin gözlerindeki korkuyu fark
ettiğinde onlara aşağıda mezar kazanları işaret ederek, “Siz mezar kazanlara
yardım edin. Bu cesetlerin gömülmesi gerek,” deyip çekip aldığı ahşap hatılı
kenara fırlattı. Üç günü enkazlarla ve ölen insanları gömmekle geçirdiler.
Bertram biraz
daha iyileşmiş, ancak baş dönmeleri bitmemişti. Akşam, manastırın dış avlusunda
yaktıkları ateşin başında toplandılar. Manastırda bulunanlardan birkaç kişi de
aralarındaydı. Aimeric, yanında oturan rahibe, “Bu her zaman oluyor mu?
İnsanlar bu duruma alışıkmış gibi çok metanetliydi. Ben çok korktum. Yer
ayaklarımın altından kayıp gitti sanki toprağın iniltisi ve korkunç çığlığı
kulaklarıma geldiğinde, ‘Tanrım! Canımı al, bu işkenceden kurtar beni!’ diye
dua ederken buldum kendimi,” dedi. Umutsuzca rahibin yüzüne baktı.
Rahip,
“Yaşlılarımız anlatmıştı; eski zamanlarda da depremler olmuş, kent yıkılmış ve
çok sayıda insan ölmüş. Ben de birkaç kez yaşadım, ancak onlar çok kısa sürdü
ve bu kadar etkili değildi,” deyip sözüne devam etti: “İnsan zamanla alışıyor
ve unutuyor. Eskilerin anlattıkları bize masal gibi geliyordu ve ben kendi
kendime ‘Nasıl olur da böyle büyük bir felaket yaşanır ve insanlar aynı
hataları yapmaya devam eder?’ diye sorup dururdum. Ancak zamanla baktım ki ben
de onlardan farklı davranmıyorum,” diye cevap verdi. “Kutsal şamdanın nasıl
söndüğünü ve Laodikeia cemaatinin orayı neden ve nasıl terk ettiğini şimdi daha
iyi anladım,” dedi Neville.
Gecenin
ilerleyen saatlerine kadar depremle ilgili konuştular. Aimeric, korkudan sabaha
kadar uyuyamadı; en küçük sesten bile irkildi. İki gün daha kalıp oradakilere
yardım ettiler. Geoffrey, “Bertram iyi; yola çıkıp bu uğursuz yerden kurtulsak
iyi olur,” deyip eşyalarını topladı. Diğerleri de birinin bunu söylemesini
bekliyorlarmış gibi “Evet, haklısın,” deyip onu onayladılar.
Yola
çıktıklarında henüz güneş doğmamıştı. Yol boyunca yıkılmış köylere rastladılar.
Köylerdeki insanlar oldukça perişan olmuşlardı. Umutsuz bakışlarla gelenlere
bakıp durdular.
Kentten
yaklaşık 30 stadion uzaklaşmış olmalarına rağmen hâlâ yıkılmış evler
görüyorlardı. Aimeric, korku dolu gözlerle, “Bu nasıl bir güç? Kocaman dağlar
beşik gibi sallandı. Korkunç bir şey… Kıyamet bu olsa gerek,” dedi. Söze Pascal
girdi: “Acaba insanların işledikleri günahlar mı, yoksa doğanın kuralı mı bu
yaşananlar?” Konuşmaya devam edecekti ki Neville sözünü kesip, “Doğanın kuralı
diye bir şey yok; Tanrı’nın kuralı var. Evrende olup biten her şey O’nun
kontrolündedir. O ‘ol’ der ve olur,” dedi. Pascal, “Birçok masum çocuk ölmüştü;
bu masumların ölüm kararını Tanrı vermiş olamaz.” Konuşmanın tartışmaya
döneceğini fark eden Geoffrey, ortamı yumuşatmak için, “Kurtulduğumuza
şükredelim, kalbimize vesvese sokmayalım,” deyip bir dua okumaya başladı ve diğerleri
de ona eşlik ettiler.
İki gün sonra
Sozopolis (Uluborlu) kalesi göründü. Karşılarında kapı gibi duran, yüksek bir
dağın ovaya doğru uzanan kayalık kısmında kurulmuş olan kale, kalın bir surla
çevrelenmişti. Yolun yorgunluğu ve yaşadıkları, keşişlerde tükenmiş bir ruh
hâli meydana getirmişti. Yola çıktıkları o ilk günün heyecanı ve merakı, yerini
korku, umutsuzluk ve ilgisizliğe bırakmıştı. Kendilerine bile itiraf
edemedikleri bu umutsuz duygular yüreklerini kemirip duruyordu. Ne kadar dua
etmeye çabalasalar da zihinlerinde esen farklı düşünce ve vesveselerden
kurtulamıyorlardı. Deprem burayı da etkilemişti. Aimeric, “Sanırım o gece bütün
dünya sallanmış,” deyip hayıflandı. Bertram, yol boyunca dönen başı ve bulanan
midesinden dolayı zorlanarak yürümüştü. Kaleye çıkan rampa yolun önüne
geldiklerinde Bertram, “Yukarıya çıkamayacağım galiba,” deyip yolun kenarındaki
taşın üzerine çöktü. Diğerleri de yanına oturdu. “Biraz dinlenelim,” dedi
Geoffrey. Diğerleri oturunca Bertram, bakışlarını umutsuzca arkadaşlarının
yüzlerinde gezdirdi; onları tanıdığına ve bu yola çıktıklarına ne kadar mutlu
olduğunu iniltiye benzer bir sesle anlattı.
Annesi,
babası ve kardeşleriyle ilgili ilk kez konuşuyordu. “Yoksulluk kötü bir şey;
bir taraftan ailemde gördüğüm ve yol boyunca şahit olduğum yoksul insanlar,
diğer taraftan zenginlik içinde yaşayıp diğerlerine eziyet edenler… Tanrı beni
affetsin ama bu yaşadıklarımız ve gördüklerimiz Tanrı’nın adaleti olamaz. Eğer
O’nun adaletiyse bir şey yanlış. Büyük bir özenle yarattığı insanlara reva
gördüğü bu kötülükler… Korkunç şeyler. Sanırım Pascal haklı; bu doğanın kuralı.
Güçlü olan hayatta kalır,” deyip derin bir nefes aldı.
Neville bir
şey söyleyecekti ki Aimeric araya girip, “Hadi gidelim,” dedi. Pascal ve
Geoffrey, Bertram’ın kollarına girip onu ayağa kaldırdılar ve rampaya doğru
yavaş adımlarla yürümeye devam ettiler. Surun kapısının önünde büyük bir
manastır kompleksi yükseliyordu. Oraya gidip kendilerini tanıtıp
kalabilecekleri bir yer istediler. Bertram’ın gövdesi ateşlenmiş, gözleri kan
çanağına dönmüştü. Karşılayan rahip, “Arkadaşınız çok hasta galiba, içeri
geçin, bir bakalım,” dedi ve içeriden birilerine seslendi. Bertram’ı içeri
taşıyıp yerdeki şiltenin üzerine uzattılar. Birkaç rahip aynı anda içeri girdi.
Aralarından biri Bertram’ın sağ bileğini elinin içine alıp başparmağını
damarının üzerine bastırdı. Bir diğeri ıslattığı bezi özenle alnının üzerine
yerleştirdi. Nabzını ölçen kişi, “Ne oldu?” diye sordu. Geoffrey, “Deprem günü
düştü, başını çarptı,” diye cevap verdi.
Akşama doğru
Bertram, kol ve bacaklarını kımıldatamaz bir duruma düştü. Kanlı gözleriyle boş
boş arkadaşlarının yüzüne bakıyordu. “Galiba felç indi,” dedi başında bekleyen
rahip. Hepsi diz çökmüş, arkadaşı için dua okuyorlardı.
Sabaha karşı
Bertram derin bir nefes aldı; ağzı ve gözleri açık biçimde başı sola düştü.
Tavana dikilmiş açık buz mavisi gözlerinden sızan yaşlar yanaklarından aşağı
doğru aktı. Pascal sağ eliyle gözlerini kapattı. Rahip, bir dua mırıldanarak
açık kalan çenesini birleştirip, çenenin altından geçirdiği bezi başının
üzerinde bağladı.
Sabah
erkenden manastırın bahçesinde gösterilen yere bir mezar kazdılar. Manastırın
başrahibi ve orada bulunanların tamamı cenaze törenine katıldılar. Piskopos
töreni bizzat yönetti. Deprem gibi doğal felaketlerin bir daha yaşanmaması için
peş peşe dualar ettikten sonra sözü, kutsal bir amaç için yola çıkmış olan
keşişlere ve Bertram’a getirdi. Bu kutsal yolda ölenlerin şehit mertebesine
yükselip İsa Mesih’in yanında yer bulduklarını duygulu bir ses tonuyla anlattı.
Manastırın bahçesine böyle mübarek bir zatın gömülmesinin manastırları için
büyük bir değer olduğunu vurguladı.
Defin işlemi
sırasında Geoffrey, elbisesinin içine diktiği cepten bir gümüş sikke çıkarıp,
kimseye fark ettirmeden Bertram’ın başının yanına bıraktı. Sikkenin üzerinde
imparatorun portresi ve yurdunun amblemleri vardı.
Neville’in
dikkatini, piskoposun cenaze vaazında duaya başlamadan önce Başmelek Mikhail’in
ismini zikretmesi çekmişti. Arkadaşları, Bertram’ın cansız bedenini toprağa
verdikten sonra bir hafta daha manastırda kaldılar. Burada da depremden ölenler
olmuştu. Aileleri ziyaret edip başsağlığı dileyip, onlar ve arkadaşları için
dua ettiler.
Gittikleri
her yerde Başmelek Mikhail’in öncelenmesi, diğerlerinin de tuhafına gitmişti.
Manastıra geldikleri günden beri kendileriyle ilgilenen ve samimi bir dostluk
kuran Sozimos, her gün onlara rehberlik yapıyor ve birçok konuda bilgi
veriyordu. Sozimos’a bu kentin Azizi Sozimos’un adı verilmişti ve çocukluğundan
beri bu manastırda yaşıyordu. Neville, çekinerek duaların başlangıcında neden
Başmelek Mikhail’in adını zikrettiklerini sordu. Sozimos, gülümseyerek
yaşadıkları Frigya coğrafyasında etkin olan “Melekler Tarikatı’na” bağlı
olduklarını ve manastırlarının da Melek Mikhail’e adandığını bütün
teferruatıyla anlattı. Neville ve diğerleri bu duruma çok şaşırdılar. Bu
tarikatın ismini ilk defa duyuyorlardı. Geoffrey, “Bu ne zamandan beri böyle?”
diye sorunca Sozimos, İsa Mesih’e Tanrı’nın bütün emirlerini iletenin Melek
Mikhail olduğunu ve bundan dolayı ilk olarak onun isminin zikredildiğini;
tarikatın çok erken dönemlerde Antiokheia’da ortaya çıktığını, bütün komşu
bölgelere yayıldığını ve iyi ki kendilerinin de buna inandığını samimi bir
dille izah etti.
Keşişler,
Konstantinopolis’e geldikleri günden beri şahit oldukları inancın, pagan
inançlarıyla harmanlanmış bir yapıda olduğundan kuşkulanıyor, ancak buna bir
anlam veremiyorlardı. Kendi yaşadıkları topraklardaki insanlar bu dini sonradan
kabul etmişlerdi ve dine çok tutkundular. Oysa buradakiler ilk inananlardı.
Ataları o mübarek zatlardan bazılarını görmüştü. Onlarsa her şeye görmeden iman
etmişlerdi. Buradakilerin daha inançlı olacaklarını düşünmüşlerdi. Ancak
gördüklerinden ve duyduklarından büyük hayal kırıklığı yaşamışlardı.
Konstantinopolis’te
yaşayan imparator ve patrik karşıtmış gibi görünse de gizli bir ittifakla halkı
öbür dünya ile korkutarak vergi ve bağışlarla sömürüyorlardı. Kaldıkları
manastırların geniş arazileri ve çok sayıda hayvanları vardı. Bir din
kurumundan çok feodal bir beyin çiftliğini andırıyordu. Halkın büyük çoğunluğu
okuma yazma ve Latince bilmiyor; bozuk bir Grekçe konuşuyorlardı. Din
adamlarının da çok azı Latince biliyordu. Manastırlarda günlük işlerle ilgili
konuşmaların dışında sadece dinin rutin konularıyla ilgili sohbetler
yapılıyordu. Okuma yazma bilmeyen rahiplerin de olduğunu gördüklerinde çok
şaşırdılar.
Oysa kendi
manastırlarında eğitim alan öğrenciler, ana dillerinin yanı sıra Latince,
Grekçe ve İbranice öğreniyorlardı. Dinin dışında farklı konular hakkında ortaya
koydukları kuramlar üzerinden yaptıkları uzun sohbet ve tartışmalar öğrencileri
sürekli okumaya teşvik ediyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, “Bu kutsal
topraklarda din sıradan bir geleneğe dönüşmüş,” diyerek hayıflandı Neville.
Ertesi gün
erken uyanıp Bertram’ın mezarının yanında toplanıp dua ettiler. Depremde
ölenler ve Bertram, Aimeric’i çok sarsmıştı. “Dönünce ailesine ne diyeceğiz?”
diye mırıldandı. Neville, “O bir martyr (şehit). Kısa hayatı, ölümlerin en
güzeliyle taçlandı,” diyerek arkadaşını teselli etmeye çalıştı.
Manastırdaki
rahiplerle vedalaşıp Antiokheia’ya doğru yola çıktılar. Etrafı dağlarla
çevrili, oldukça verimli toprakları olan yayvan bir vadinin içerisinden geçerek
Hoyran Gölü’nün kıyısına ulaştılar. Geçtikleri köylerde derme çatma evler,
küçük şapeller ve üstü başı dökülen insanlar gördüler. Via Sebaste (Kral
Yolu), göl kıyısından kuzeye doğru dönüyordu.
Gölün ovayla
birleştiği yerde bir manastır kompleksi vardı. Buraya uğrayıp kendilerini
tanıtıp amaçlarını anlattılar. Yola devam etselerdi gecenin karanlığında
Antiokheia’ya varacaklardı; bundan dolayı bir gecelik kalabilmek için izin
istediler. Kendilerini karşılayan rahip, samimi bir biçimde başrahibe sorup
hemen döneceğini söyleyip yanlarından ayrıldı. Çok geçmeden güler yüzle geri
döndü ve kalabileceklerini belirtti.
İçeri geçip
başrahibin yanına götürüldüler. Selamlaşma faslından sonra ikram edilenleri
yediler. Yemek esnasında rahibin sorusu üzerine Geoffrey, yaptıkları ve yapmak
istedikleri hakkında detaylı bilgiler verdi. Rahip de manastır, burada yaşayan
öğrenciler ve çevre halkıyla ilgili teferruatlı bir konuşma yaptı. Sohbetin bir
bölümünde Latince konuşunca, keşişlerin şaşırdığını gören rahip,
Konstantinopolis’te eğitim aldığını ve memleketine geri döndüğünü anlattı.
O gece
Melekler Tarikatı hakkında daha çok şey öğrendiler. İsa Mesih’in dinine geçince
Mikhail ismini almış birinin bu tarikatı kurduğunu; bölge ve civar
yerlerde inşa ettiği manastırlarla inancın bölgeye yayılmasına çok büyük katkı
sağladığını belirten rahip, bir dua mırıldanarak bu azizin mezarının
Antiokheia’da olduğunu ve belli zamanlarda ziyaret ettiklerini açıkladı.
Bölgenin metropolitinin de Antiokheia’da oturduğunu, gidince ziyaret
edebileceklerini Latince anlattı.
Kuşluk vakti
yola çıktıklarında güzel bir hava vardı. Birkaç köyden geçtikten sonra tepe
üzerindeki Antiokheia görünmeye başladı. Kenti gören Neville, Aziz Pavlus’un
ikinci seyahatinde bu yoldan geçerek Ephesos’a doğru yürüdüğünü hatırladı. “O
mübarek zatın geçtiği bu yollarda yürümek büyük bir onur, sevgili Aimeric! Buna
vesile olduğun için sana minnettarım,” deyip sevgiyle arkadaşının yüzüne baktı.
Aimeric, deprem felaketini ve Bertram’ı düşünmeden yapamıyordu. Daldığı derin
düşüncelerden, bir ışık görmüşçesine Neville’e bakıp, “Dediğin gibi ben vesile
oldum; ancak bizi buraya ‘kader’ dedikleri şey sürükledi. Umarım daha kötü
şeyler yaşamayız,” deyip derin bir nefes aldı.
Kentin
batısında akan çayın üzerinde, bakımsız ve yıkılmaya yüz tutmuş bir köprüden
geçip kentin merkezine doğru ilerlediler. Kente yaklaştıklarında, Elçilerin
İşleri bölümünden okudukları kentten eser kalmadığını, büyük bir köye
dönüştüğünü fark ettiler. Kentin anıtsal kapısının, Elçinin ilk vaazı verdiği
havranın üzerine yapılan büyük bazilikanın ve kentteki daha birçok yapının
yıkıldığı şekliyle bırakıldığını; devşirme malzemeyle yapılmış basit dükkân ve
konutlar olduğunu gördüler.
Çarpık
yapıların ve yıkıntıların arasından, kentin kuzeyinde ihtişamlı bir yapı
yükseliyordu. Oraya doğru açılan taş döşeli dar bir sokağa girip yürüdüler.
Sokak boyunca sıralı dükkân ve atölyelerde çalışanların meraklı bakışları
arasından yapının bulunduğu alana ulaştılar. Yapının etrafı, devşirme
malzemelerle örülmüş kalın bir duvarla çevriliydi. Kentin merkezi, bu yapının
batısındaki meydandı. Burada kentte yaşayanlar ve civar köylerden alışverişe
gelmiş insanlar dolaşıp duruyorlardı. Geçtikleri yerlerde keşiş elbisesi içinde
sarışın, mavi gözlü, beyaz tenli bu insanlar oldukça dikkat çekiyordu. Yapının
güneybatısında gördükleri büyük konutu, metropolitin evi diye düşündüler.
Bu büyük kent
manastırının kapısına gidip oradakilere kendilerini ve geliş amaçlarını
açıklayıp kalabilecekleri bir yer sordular. Oradakilerin arasında bulunan uzun
boylu, genç bir diyakoz, manastırda çok yer olmadığını, ancak metropolite
sorarlarsa yardımcı olabileceğini söyledi. Yanındaki rahibe, keşişlere yardımcı
olmasını buyurdu. Metropolit yoktu; onun yerine bakan piskopos, bir dizi soru
sorup gelenleri tanımaya çalıştı. Manastırda yer olmadığını, ancak Tanrı
misafirlerini ortada bırakmayacaklarını; bu yüzden kente on stadion mesafede
başka bir manastırlarının bulunduğunu ve orada yer ayarlayabileceğini
belirttikten sonra yiyecek ve içecek bir şeyler ikram etti.
Akşama doğru,
Gemen Dağı’nın zirvesinde bulunan manastıra gitmek için görevlendirilen genç
bir rahibi takip ettiler. Gökyüzü soluk bir kırmızı tona boyanmış gibiydi.
Yolda genç rahip, adının Rafael olduğunu söyledikten sonra kent ve manastır
hakkında bilgiler verdi. Burada da herkes Grekçe konuşuyordu.
Manastır,
dağın batı yamacında kayalık bir alan üzerine inşa edilmiş küçük bir kilisenin
etrafına yerleştirilmişti. Kalmaları için yan yana ikişer kişilik hücreleri
gösterdiler. Akşam duasını kilisede cemaatle yapıp yemek yedikten sonra müsaade
isteyip hücrelerine çekildiler. Yorgunluktan erkenden uykuya daldılar.
Sabah
uyandıklarında her taraf karın beyaz örtüsüyle kapanmış ve kar yağmaya devam
ediyordu. O hafta kar hiç kesmeden yağdı. Diğer rahiplerle birlikte kar
temizliyor ve manastıra ait hayvanların bakımlarıyla ilgileniyorlardı. Bu süre
içerisinde kente inemediler. Bir metreyi geçen kar insanları perişan etmişti.
Sonrasında esen kuzey rüzgârı her şeyi buza kesmişti. Sular donduğu için ateşte
erittikleri kardan elde ettikleri suyu hem kendileri hem de hayvanlar için
kullanıyorlardı.
Orada
bulunanların çoğuyla iyi bir dostluk kurmuşlardı. Ancak adı Grayson olan
diyakoz, ilk günden beri onlardan hiç hoşlanmamış ve daha sonra birçok kez
tartışma ortamı oluşturmaya çalışmıştı. Hayvanlara yem verdikleri bir zamanda
ağıla, keşişlerin yanına gelip “Gerçek amacınız nedir?” diye sormuştu.
Geoffrey, kibarca izah etmiş olmasına karşın suçlamalarda bulunarak yanlarından
ayrılmıştı.
Bir ay
geçmiş; ara sıra yağan kar ve sürekli esen soğuk rüzgâr insanların
psikolojisini bozmuş ve manastırda sürtüşmeler başlamıştı. Güneşin bulutların
arasından kendini gösterdiği bir gün kente inmek için izin aldılar. Kar, yolu
belirsiz kılmış; sadece ara sıra gelenlerin bindiği eşek ve katırların ayak
izleri çukur halinde görülebiliyordu. Zorlukla kente ulaştılar. Havanın açık
olmasından dolayı kentin sokaklarında dolaşan insanları gördüler. Kentte birçok
ailede yakacak bitmiş; dağlarda odun toplamaya gidenlerle karşılaştılar. Kentin
merkezine vardıklarında oradaki gençlerden biri eliyle keşişleri işaret ederek,
“Bu mavi gözlü şeytanlar geldiğinden beri kenti bir uğursuzluk kapladı. Bu
yaşadıklarımız bunların yüzünden,” deyip gözlerini keşişlere dikip yere
tükürdü. Keşişler bu davranışa bir anlam veremeden manastıra geçtiler. Orada
Rafael’le görüştüler. Rafael de tedirgin biçimde dikkatli olmaları konusunda
onları uyardı. Geri dönmeden bir şeyler almak için bir iki dükkân gezdiler.
Dükkânlardaki esnaf da çok iyi davranmadı. Giyecek birkaç şey alıp kaldıkları
manastırın yolunu tuttular.
Kış aylarının
tamamı korkunç bir soğukla geçti. Mars ayı bitmiş ama hâlâ çok soğuktu ve yerde
yarım metreden fazla kar vardı. Manastırdaki yaşlılar, kenarına oturdukları
ateşe iyice yaklaşarak uzun yıllardır böyle bir kış görmediklerini
anlatıyorlardı.
Diyakoz
Grayson etrafına bayağı genç rahip toplamış ve uzaktan keşişlere bakarak onlar
hakkında konuşmalar yapıyordu. Sabah erkenden uyandırılan keşişler hayvanlara
bakmak için ağıla gittiklerinde Grayson ve yanındakiler de kapıda belirdi.
Grayson, “Sizi buraya imparator ve
patrik mi gönderdi?” diye direkt sordu. Pascal tersleyecekti ki Aimeric
onu durdurdu ve kibarca amaçlarını tekrar anlatmaya çalıştıysa da karşıdakiler
dinlemeden, “Mavi gözlü şeytanlar!
Cemaatimizden uzak durun ve buradan gidin!” Diye tehdit ettiler.
Geoffrey, “Tamam, yarın gideriz,” diye cevap verdi. O gün başpiskoposla görüşüp
olanları anlatıp, daha fazla soruna sebep olmadan gidebileceklerini
belirttiler. Başpiskopos, maalesef kentte kendileriyle ilgili büyük bir
dedikodunun döndüğünü ve bundan dolayı kaygılandıklarını üzgün bir duyguyla
anlattı.
O gece
Aimeric ve Geoffrey’in kaldığı hücrede bir araya gelip içine düşürüldükleri
durumu değerlendirdiler. Pascal, oldukça öfkeli bir tonda, “Bunlar kendileri şeytanın askerleri olmuş ama
bizi suçluyorlar!” Diyerek ellerini yumruk yaptı. Neville, “Şaşkınlık içindeyim. Ben sanıyordum ki
imanlıların hepsi kardeş ve aynı yolda, aynı amaç için yürüyorlar. Ama görüp
yaşadıklarım… İmanın buradaki tanımı farklı galiba. Bunlar inanmış ama ‘…mış’
gibi yapıyorlar. Bunların uğruna acılar çekip çarmıha gerilen Tanrı’nın
Kuzusu’yla bir alakaları yok. Çok cahil ve çok yobazlar, gerçekten yobazlar!”
Diyerek umutsuzca arkadaşlarının gözlerine bakıp, “Yarından tezi yok gidelim
buralardan,” dedi. Geoffrey, “Babam beni bu kutsal yolda gideyim diye elinde ne
var ne yok kiliseye bağışladı. Yola çıktığımızda insanlara faydamız olacağı
için çok mutlu ve umutluydum. Sizin de düşündüğünüz gibi hayaller gerçeklere
uymuyor. Gerçek, bu güçlünün ve yobazın dünyası. Bu insanlar için gerçek imanın
ve bilginin bir değeri yok. Bunlar, dünyevi şeylere sahip olma gayretiyle her
türlü kötülüğü göze almış dünyaperestler,”dedi ve ayağa kalkıp ateşe bir iki
odun attı. Aimeric, “Hem dünyaperest hem de ayperest bunlar,” diye mırıldandı.
Herkes kendisine bakınca konuşmaya devam etti, “Kütüphanede bir kitap buldum.
Manastırın doğusunda, tepedeki harabeleri gördünüz; orası Ay Tanrısı Men’e
aitmiş. Melekler Cemaatini kuran kişi, dinimizi kabul etmeden önce o tapınakta
bir rahipmiş.” Neville sözünü kesip,“Şimdi anladım ibadetlerinde neden farklı
dualar ve ilahiler okuduklarını…” dedi. Geoffrey, Aimeric’e, “Kitapta başka ne
yazıyordu?” diye sordu. Aimeric, “Adam çok zeki; düşünsel olarak bölgenin
tamamını ele geçirip, Hristiyan görünümlü tarikatını geliştirmiş. Sanırım
burası ile tüm komşu bölgeler bu tarikatın elinde,”
deyip iç geçirdi.
Sabah
erkenden gitmeye karar verdiler. Güneş doğmadan uyandılar. Başpiskoposu ziyaret
edip helallik isteyip diğer rahiplerle vedalaşıp dışarı çıktılar. Dışarıda
korkunç bir tipi vardı. Göz gözü görmüyordu. Yine de yola çıktılar. Yol diye
bir şey görünmüyordu. Bayır aşağı kara batıp çıkarak zorlukla yedi stadion
kadar yürüyebildiler. El ve ayaklarını hissetmiyorlardı.
Bir kayanın
önüne sığınıp birbirlerine sokulup biraz dinlendikten sonra, vakit kaybetmeden
kente varıp gidecekleri Atteleia Limanı’na (Antalya) doğru gitme düşüncesiyle yeniden yürümeye
başladılar.
Kentin
doğusunda akan Antihos Çayı (Yalvaç Çayı)’nın kenarına vardıklarında donmak
üzereydiler. Çayın üzerinde köprünün yanı sıra kardan köprüler de oluşmuştu.
Tam köprünün ortasına vardıklarında birden karşılarına dokuz on kişi çıktı.
Dört kişi, ellerindeki bıçaklarla doğrudan sakalları buz tutmuş Pascal’ın
üzerine yürüdü. Neville, öne doğru çıkarak arkadaşını korumaya çalıştığında
adamlardan biri elindeki kamayı ona doğru salladı. Neville yana doğru çekilmek
isterken köprüden buz tutmuş suya düştü.
Pascal dönüp
ona baktığında aralarından biri bıçağı Pascal’ın kalbine sapladı. Pascal bıçağı
saplayan eli tutarak büküp karşısındakinin karnına soktu. Üç kişi Pascal’ın
başına çullanarak birçok bıçak darbesi indirdiler. Diğerleri de Geoffrey ve
Aimeric’e saldırdı.
Aimeric
olduğu yere çakılıp kalmıştı. Geoffrey, kendini savunmaya çalıştıysa da iki
kişi onu yere yıkıp üst üste bıçakları gövdesine sokup çıkardılar. Aimeric’e
döndüklerinde hiçbir şey yapmadan durduğunu fark ettiklerinde büyük bir kahkaha
atıp bıçağı karnına saplayıp geri çektiler. Aimeric, karnından akan sıcaklığı
hissettiğinde elleriyle karnında açılan deliği kapatmak istercesine iki elini
de karnına bastırdı. İri yarı olan, “Mavi gözlü şeytan!” deyip bıçağı birkaç
kez daha saplayıp çıkardı. Dizlerinin üzerine çöken Aimeric, “Anne!” diye ince
bir çığlık atıp sağ yanına düştü.
Ölenleri
sürükleyerek köprüden karşı tarafa geçirdiler ve kahkahalar atıp buz gibi suda
çırpınan Neville’i seyrettiler. Neville, dua okuyup bu yolda öleceğine
şükrediyordu. Artık hareket edemez hâle gelip suya batmaya başladığında uzun
bir ağaçla kıyıya çekip sırtüstü yatırdılar. Yüzü morarmış Neville’in dudakları
hâlâ kımıldıyordu. İri yarı olan küfredip sağ eliyle boğazını sıktı. Sadece
bacaklarını kımıldatabilen Neville biraz çırpınıp can verdi. İçerinden biri
Aimeric’in ölmediğinin fark edince ayağa kalkıp onu eliyle işaret etti.
Aimeric’in iri açılmış mavi gözlerinden sızan yaşlar, yanaklarında kristalleşip
kalıyordu. Diğerleri de ayağa kalkıp başına toplandılar. Ölmediğini fark eden,
“Ne inatçı çıktı.” deyip bir küfretti ve yerde hareketsiz duran Aimeric’e bir
tekme salladı. Aimeric’in her iki kolu yanlara açıldı ve derin derin solumaya
başladı. Boşluğa bakan buz mavisi gözlerinin önünde haça gerilmiş o mübarek
zatın görüntüsü belirdi. Yüzüne yayılan gülümse, gözlerindeki ışığı daha parlak
kıldı. Ellerinde bıçak ve kamalar, yüreklerinde acıma ve vicdan bulunmayan
katillerin yüzünde, tıpkı kış aylarında aç kalan kurt sürüsünün, yaban domuzuna
saldırıp onu sadece yiyecek olarak görüp param parça ettikleri bir ifade
görülmekteydi. Hepsi suça ortak olduklarını göstermek istercesine, Aimeric’in
gövdesine bıçaklarını saplayıp “Mavi gözlü şeytanlar!” deyip çekiyorlardı.
Rüzgâr daha
da şiddetlenmişti. Cesetleri getirdikleri hayvanlara yükleyip kentin giriş
kapısının yıkıntıları arasına sakladılar. Karanlık çöktüğünde, Decumanus caddesinin kenarında terk
edilmiş bir evin avlusunda bulunan kuyunun içine atıp üzerlerini taşlarla
doldurdular.
Yaz ayı
gelmiş, kışın o sert iklimi yerini kuru bir sıcağa bırakmıştı. Kentte, uğursuz
gördükleri keşişler hakkında hâlâ konuşuluyordu. Rafael, Gemen Korusu’ndaki
manastıra gittiği bir gün keşişlerin ne olduğunu sordu. Oradakiler, baharın
başlangıcında manastırdan ayrıldıklarını söyleyince Rafael çok şaşırdı. “Ama
bize hiç uğramadılar,” diye mırıldandı.
Bu durum,
genç rahibin yüreğine dert oldu. İlk günden itibaren onlarla ilgilenmiş ve her
kente geldiklerinde onları ağırlamıştı. Vedalaşmadan çekip gitmelerine
gücenmişti. Kent manastırına döndüğünde, üzüldüğü bu durum hakkında en yakın
arkadaşı Capito ile konuştu. Capito da “Bu duruma bir anlam veremedim. Acaba
başka olumsuz bir durum olabilir mi? Bütün kış kentte o adamlarla ilgili çirkin
dedikodular yaptılar. Başlarına bir iş getirilmiş olmasın? Gördüğüm kadarıyla
seni bayağı sevip sayıyorlardı. Vedalaşmadan gitmelerine bayağı şaşırdım,”
dedi. Rafael, “Ben de şüpheleniyorum ama nasıl olsa gerçek asla karanlıkta
kalmaz, bir gün mutlaka ortaya çıkar. Kulaklarımızı açık tutalım; zaman ne
getirecek bakalım,” deyip arkadaşını bu konuda konuşmaması için tembihledi.
O konuşmadan
sonra Rafael, keşişlerle ilgili bir şey duyarım umuduyla sık sık kentin
meydanına çıkar, gençlerin sohbetlerine katılır ve etrafında konuşulanlara
kulak kesilirdi. Kış aylarının başladığı bir zamanda, kentin meydanından
geçerken orada duran gençlerin “mavi gözlü şeytan” diye bir şeylerden
bahsettiğini duydu. Dönüp neyden bahsettiklerini sorunca oradakiler işi espriye
vurup dalga geçtiler. Davranışlarından kuşkulanan Rafael, bu gençlerden
bazılarıyla dostluk kurmaya karar verdi. Sonunda iki tanesiyle samimi sohbet
edebilecek derecede bir yakınlaşma sağladı. Günlük sohbetlerinin bir tanesinde,
kentin geçen kış yaşadığı felaketten konu açılınca birisi “Bu kenti biz
kurtardık,” diye bir cümle kurdu. Büyük uğraşlar sonunda Rafael, keşişlerin
akıbetini öğrendi.
O kış da çok
sert geçmiş; yaz ve sonbahar ayları oldukça sıcak ve kurak geçiyordu. Mevsim
tekrar kışa döndüğünde keşişlerin gömüldüğü yeri öğrenen Rafael, gidip açıp
bakmak için yaz ayını bekledi. Ancak tarif edilen yer, ana caddenin üzerinde
olmasından dolayı sürekli bir insan sirkülasyonu vardı. Konuyu arkadaşı
Capito’ya açtığında o da yardımcı olacağını belirtti.
Dolunayın
parlak olduğu bir sonbahar gecesinde gidip kuyuyu açtılar. Taşların tamamını
boşalttıklarında gelişi güzel atılmış iskeletler gördüler. Ellerindeki kandilin
ışığını iskeletlerin yüzüne tuttuklarında, keşişlerin yaşadıkları korkunun,
iskelete dönmüş yüzlerine yansıdığını görünce korkuyla irkildiler. “Aşağılık
herifler, adamları korkunç bir biçimde öldürmüşler,” dedi Capito. Rafael,
gördüğü manzara karşısında kendini daha fazla tutamayarak ağlamaya başladı.
“Sen dünyanın bir ucundan inancın uğruna kalkıp bir sürü eziyet çekerek buraya
gel ve burada kendini bilmez cahiller tarafından vahşice öldürül. Bunu yapanlar
insan olamaz; hele İsa Mesih’e inanan hiç olamaz,” deyip iki eliyle gözlerinden
akan yaşı sildi. Bir dua okuyup iskeletleri düzeltmeye çalıştılar. Rafael,
ortadaki iskeleti yana çektiğinde parlayan bir şeyler fark etti. Eline alıp
baktığında üç gümüş sikke olduğunu anladı. İskeletleri düzeltip dua okuyarak
üzerlerini yeniden toprak ve taşla kapatıp manastırın yolunu tuttular.
Üstünü başını
temizleyip yanan kandilin önüne oturduklarında Rafael, cebine koyduğu sikkeleri
çıkarıp kandilin ışığına doğru tutup üzerindeki yazıyı okumaya çalıştı. “Henry”
ismini okuyabildi. Sikkeleri Capito’ya uzatarak, “Sanırım Henry
yazıyor,” dedi. “Keşişler bana Galya’dan geldiklerini söylemişlerdi. Bu sikke
de onların yurdundaki krala ait olmalı.” Capito, sikkeleri elinde birkaç defa
çevirip baktı ve “Evet, Henry yazıyor,” deyip arkadaşını tasdikledi.
Rafael, bu olayın şokunu uzun yıllar üzerinden atamadı. Sikkelerin balmumundan kalıplarını aldıktan sonra götürüp keşişlerin yattığı kuyuya geri bıraktı. Ve keşişlerin hikâyesini yazmaya karar verdi. “Hiçbir Şey Başladığı Gibi Gitmez” başlıklı bir kitap ortaya çıkardı. Kitapta, İsa Mesih’in getirdiği kardeşlik dininin zamanla nasıl yozlaştırılıp çıkarlara alet edildiğini, keşişlerin hikâyesi çerçevesinde bütün teferruatıyla anlattı…


3 Yorum var
Yorum Yap
Email Adresiniz görünmeyecektir.*