İNSANI ACIMASIZ YAPAN BAHANELER | Prof. Dr. Mehmet ÖZHANLI
  • Çalışma Saatleri: Hafta içi ve Cumartesi: 09:00-18-30 Pazar: Kapalı

İNSANI ACIMASIZ YAPAN BAHANELER

İNSANI ACIMASIZ YAPAN BAHANELER Resim

İNSANI ACIMASIZ YAPAN BAHANELER

Aşırı sıcak geçen yaz aylarından sonra, çiftçiler tarlaları ekmek için hummalı bir hazırlığa girişmişlerdi. Ekim ayı yarıyı geçmiş, ancak sıcaklıklar bir türlü düşmüyor ve gökyüzünde hiç yağmur bulutu görünmüyordu. Kentteki ve köylerdeki yaşlıların rutin konuşmaları havanın durumu ve bu durumun sebep olacağı şeyler üzerineydi. Bazı yaşlılar, ömrü hayatında böyle bir yaz ve sonbahar yaşamadıklarını ve böylesine bir sıcak görmediklerini, terleyen alınlarını mendilleriyle silerek anlatıp duruyorlardı. Sonunda köylüler yağmuru beklemeden tohumları toza ekmeye karar verdiler. Sıcaktan buharlaşan Antiokheia ovasında silüet gibi görülen çiftçiler at ve öküzlere koştukları sabanlarıyla tohumları ekmeye başladılar. Havanın sıcaklığından dolayı Antiokheia sokakları boştu. Esnaflar, kapı eşiğine oturmuş, ellerinde yassı nesneleri yelpazeleyerek serinlemeye çalışıyorlardı. Caddenin zemin taşlarından yansıyan sıcaklık, durumu daha da dayanılmaz bir hale dönüştürüyordu. Kentin üzerine çökmüş güneş alevinden, kentteki sokak köpekleri bile kafalarını gölgeden dışarı çıkarmaya üşeniyorlardı. Kentteki en serin yer kiliselerin içiydi. Tavanı yüksek yapılan bu binaların, duvarlarının da kalın olmasından dolayı içerisi yazları serin kışları ılık oluyordu. Yaşlılar neredeyse günün tamamını kiliselerde geçiriyorlardı. Her gün bir arada bulunan yaşlıların konuşmalarını gündelik şeyler oluşturuyordu. Bazen yaşlılardan biri çukura çökmüş, feri azalmış gözlerini kilisenin tabanındaki mozaiklerin üzerinde gezdirir, iç çekerek geçmişten hatırladığı bir hikâyeyi anlatır; diğer yaşlılarda geçmişten bir şeyler hatırlamak için derin düşüncelere dalarlardı. Anlatılan ortak bir hikâye olunca, o kocamış insanların yüzünü çocuksu bir tebessüm kaplar, gözlerinin içi parlardı. Hikâyeye katılmak için birbirlerinin sözünü keser dururlardı. O gün kiliseye geç gelen Fabian, şapkasını çıkarıp, alnında ve yüzünde boncuk boncuk sıralanmış teri, cebinden çıkardığı mendille iyice sildi. Derin bir nefes alıp oturanların halini hatırını sordu. Oradakilerin en yaşlısı Fabian idi. Ondan beş yaş küçük olan Martin, Fabiana bakarak “bu aralar çok dalgınsın, geçen gün yolda sana selam vermek için seslendim, beni duymadın ruhun bedenini terk etmiş gibiydi” dedi. Fabian, yanından hiç ayırmadığı amuleti cebinden çıkardı, sağ elinin başparmağını amuletin üzerinde gezdirerek “evet bu aralar sürekli geçmişle uğraşıp duruyorum. Yaşlılıktan sanırım, düşüncemde ve gözlerimin önünde geçmişte yaşadıklarım kağnılar gibi gelip geçiyor. Yaşadığımız bu iklim felaketi bana çocukluğumda kentimizi yıkıp yakan o barbarları ve o gün yaşananları hatırlattı. Düşündükçe detaylar berraklaşıyor ve yüreğimde korkunç acılar hissediyorum. Bu düşüncelerden kurtulmak için önümüzdeki hafta köye gitmek istiyorum. Geçmişin köklerini görmek iyi gelebilir diye düşünüyorum, bakalım” diye cevap verdi. Oradakilerde başlarını sallayarak onun düşüncesini tasdiklediler. Martin, “evet yaşlı dostum bence de iyi gelir, böylece geçmişi de yadetmiş olursun.” dediğinde, Fabian, bakışlarını elinde tutuğu amuletin üzerindeki yengeç resmine dikerek, yengecin amuleti saran bacaklarında dolaştırdı. İçinden, senin bunu sardığın gibi hastalığında canım kızımın iç organlarını bu şekilde sarmıştı diye geçirdi.

Akşamüzeri hava serinleyince eve dönen Fabian köye gitme düşüncesini Klamentiane’ye açtı. Yaşlı kadın, yorgun bakışlarını kocasının kırışmış yüzünde gezdirerek “yorucu olmaz mı? Böylesine uzun bir yola dayanabilecek misin?” diye sordu. Fabian, “biraz zorlanabilirim ama bu aralar uyumak için gözlerimi kapattığımda sürekli oraları rüyamda görüyor ve sabaha kadar bu rüyaların ardı arkası kesilmiyor. Gündüzleri de zihnimden çıkmıyor. Bir haftalığına gider gelirim.” diye yanıtladı. Klamentiane, umutsuzca “sen bilirsin, belki dediğin gibi iyi gelir ama ben seninle gelemem, bu uzun yolculuğu gözüm kesmiyor.” diye cevap verdi. Ertesi gün Fabian, hizmetlileri çağırarak yol için hazırlık yapmalarını buyruk verdi. Yola çıkacağı günden önceki gece çocukken babasıyla Antiokheia’ya geldiği günlerdeki gibi çocukça bir heyecana kapıldı. Neredeyse hiç uyumadı. Klamentiane’nin, “artık biraz uyu yarın yola gideceksin” serzenişinden sonra sırt üstü uzanarak gözlerini kapadı ve uyumaya çalıştıysa da uyku bir türlü tutmadı. Havanın aydınlanmasıyla yataktan kalktı, üstünü giyinip evin bahçe avlusuna çıktı. Kahvaltıyı ve atı hazırlamaları için hizmetlilere seslendi. Hazırlanan kahvaltıyı yapmaya başlamıştı ki Klamentiane, geceliğiyle gelip karşısındaki sandalyeye oturdu. “Bu heyecanını anlamıyorum, nerdeyse hiç uyumadın, beni de uyutmadın” diye söylendi. Fabian, “haklısın, ama inan elimde değil, neyse gidip gelince normale dönerim” dedi ve kahvaltı yapmaya devam etti. Kentin batısında surların dışında kalan stadyumun yanından geçerken, atını durdurdu, uzun uzadıya büyük oranda yıkılıp tahrip olmuş stadyuma baktı. Çocukluğunda arkadaşlarıyla buraya çok sık gelir, zamanın çoğunu burada oyunlar oynayarak ve pentatlon yarışlarıyla geçirirdi. Korkunç şeylerin yaşandığı o günden sonra her şey değişti ve bir daha da eskisi gibi olmadı. Bir anda büyümek zorunda kalmış ve hayatın yükü omuzlarına binmişti. Atın yularını çekti batıya uzanan derenin içerisinden yola devam etti. Suculli Deresine geldiğinde ana yola girdi ve geçmişine doğru yol almaya başladı. Antiokheia ovasını kuzeyden ve batıdan kuşatan iki dağ sırası vardı. Köyü, batıda uzanan dağ sırasından başlayan derin vadinin başlangıcına yakın bir yerdeydi. Yol, bu vadinin içerisinde çayın kuzey kenarından geçiyordu. Babasıyla ilk kez bu yoldan şehre geldiği günkü heyecanını hissediyordu. Yüreğinde hissettiği bu güzel duygu yüzüne gülümseme olarak yayıldı. Kendi kendine “çok ilginç, ne kadar yaş alırsan al çocukken yaşadığın güzel duygular değişmiyor. Oysa köye gittiğimde ne köyün eski köy ne de orada yaşayanların eski insanlar olduğunu biliyorum. Hele ben hiç eski ben değilim. Bu gerçeğin farkında olup; böylesine heyecanlı duygular yaşamak gerçekten çok ilginç” diye söylendi. Yol üzerinde kendi köyüne ulaşmak için üç köyün içerisinden geçmesi gerekiyordu. Geçtiği iki köyde çok oyalanmadı. Köylerine komşu olan yere geldiğinde atını meydandaki kilisenin yanına sürdü. Atından inip bağladı ve orada bulunanlara selam verdi. Meraklı gözlerle bakan yaşlılardan birisi ayağa kalkıp yavaş adımlarla ona doğru yürüdü. Çukurdaki gözlerini kısmış, zihnine tanıdık gelen bu yüzün ismini hatırlamaya çalışıyordu. Hoş geldin demek için sağ elini uzattığında “Fabian” ismi dudaklarından döküldü. Kollarını açan Fabian “dostum İshak” diyerek ona sarıldı. Diğerleri de ayağa kalkmış bu samimi selamlaşmayı izliyorlardı. Gelip tekrar selam vererek oturdular. İshak, Fabian’nın çocukluğundan tanıdığı biriydi. Hemen hemen aynı yaşta idiler. Birlikte kuzu gütmüşlükleri bile vardı. Babaları da aile dostu idiler. Ailece de görüşürlerdi. Konu direk çocukluktan açıldı ve her ikisi de yaşlarını unutup; hatırladıkları olayları anlatmaya başladılar. Yanındakiler de bir taraftan anlatılanları merakla dinliyor diğer taraftan da sanki uzun yıllardır ayrı değillermiş gibi samimi ve içten konuşanlara bakıyorlardı. Birden İshak durdu ve “dostum konuşmaya daldık. Açlığın var mıydı? Eve gidelim bugün misafirim ol” dedi. Fabian, “yok aç değilim. Müsaade edersen dönüşte misafirin olayım şimdi geç oldu köye gidip merakımı gidereyim.” Biraz daha oturup sohbet ettiler ve Fabian vedalaşarak atına binip yola devam etti. Köye vardığında güneş batmak üzereydi. Hava biraz serinlemiş ve köyde insanlar hayvanlarıyla uğraşıyorlardı. Köyün ortasındaki kilisenin oraya geldi; atından inip kilisenin avlusunun dışındaki çeşmeden su içti ve atını suladı. Savaştan sonra büyük bir yokluğa düştükleri için annesi evi satmak zorunda kalmıştı. Ev, köyün yukarı mahallesinin en son eviydi. Evin arkasında büyük bir bahçe vardı. Amcasının evi de ona yakın bir yerdeydi. Atın yularından tutarak hafif rampa olan taş döşeli sokaktan amcasının evinin bulunduğu yöne doğru yürüdü. Evin avlu kapısına vardığında kuzeni kapının önüne oturmuş, torunlarının hayvanlarla ilgilenmelerini izliyordu. Fabian’nı görünce heyecanla ayağa kalktı. Başını kapıdan içeri uzatarak “Ester, Fabian geldi” diye seslendi. Çevik bir hareketle gidip Fabian’a sarıldı. Fabian, kuzenin ellerini avuçlarının içine alarak “sevgili Yorgo seni gayet iyi gördüm” dedi. Yorgo atın yularından tutup avlu kapısından geçirerek iç taraftaki ahıra çekti. Dışarı çıkmış olan Ester de avlunun ortasında durup saygılı bir biçimde “hoş geldin, bizi çok mutlu ettin saygı değer Fabian” diye selam verdi. Fabian’da, “Klamentiane’nin sana çok selamı vardı” deyip hafif öne doğru eğilerek onu selamladı. “Keşke onu da getirseydin” dedi Ester. “Onun gözü yolu kesmedi” diye cevap verdi Fabian.  Yorgo dönünce Ester “siz biraz oturun ben yemeğe bakayım birazdan hazır olur” deyip içeri geçti. Onlar da avludaki sedirin üzerine oturdular; hal hatır ettikten sonra, köy hakkında genel konuştular. Akşam yemeğinde ev halkının tamamı toplanmış içerisi kalabalık olmuştu. Yorgo’nun Kostantinopolis’te yaşayan oğlu da gelmişti. Yorgo, onun başarılarından bahsederken gözlerinin içi parlıyordu. Luka, yirmili yaşlarda Yorgo’nun en küçük oğlu idi. Teoloji ve tarih hakkında oldukça bilgili eğitimli biriydi. Yemek boyunca parlayan meraklı gözlerle Fabian’a bakıp durdu. Fabian’ın sorduğu sorulara düzgün bir dille akıcı cevaplar verdi. Yemek bitip sofra kaldırıldıktan sonra oturma odasına geçtiler. Getirilen şarabı yudumlarlarken, Fabian’la Yorgo geçmiş günlerden derin bir sohbete daldılar. Aile efradı da oturmuş onları dinliyordu. Antiokheia’dan bahsettiklerinde Luka, heyecanla lafa atıldı. Sohbeti kestiği için babası biraz sinirlice Luka’nın gözlerine bakınca, Fabian babacan bir tavırla, “Yorgo! bırak genç adamı da sohbete dahil edelim, benim de Konstantinopolis’le ilgili merak ettiğim şeyler var” diyerek elini Yorgo’un omuzuna koydu. Yorgo, “sen nasıl istersen” dedi ve tekrar Luka’ya baktı. Luka, “özür dilerim heyecanımı bağışlayın, geçmişten bahsedince kendime hâkim olamadım” dedi ve alnına birikmiş teri elinin tersiyle sildi. Fabian, sağ elini Luka’ya doğru uzatarak “sorun değil, genç adam! buyur neyi merak ettiğini çekinmeden sorabilirsin. Benim de sana soracaklarım olacak” dedi ve oturuşunu düzelti. Luka, “efendim ben çocukken babamlar sizden çok bahselerdi. Okuma yazma bilmeniz ve uzun yıllar kentin yönetiminde görev almanızı övgüyle anlatırlardı. Kostantinopolis’e gidip teoloji ve tarih üzerine eğitim alınca sizinle ilgili anlatılanlar benim için daha bir anlam kazandı. Farklı konularda yazmak istiyorum. Eğer izniniz olursa sizin ve Antiokheia’nın geçmişi hakkında yazabilirim. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez.” Konuşmaya devam edecekti ki Yorgo, heyecanla sözün arasına girdi. “Aferin, çok doğru düşünmüşsün”, Fabian’ın yüzüne bakarak “en doğru kaynak burada. Yazacaklarınla bizim ailenin de bir kalıcı arşivi olur. Böylece yeni nesil bizi ve geçmişimizi unutmaz.” diyerek gururlandı ve sevgiyle oğlunun yüzüne baktı. Fabian, “bu konuda yazmayı birkaç kez denedim ve her seferinde yarım bıraktım. Bu vesileyle benim yarım kalan bu işimde tamamlanır. Bir hafta buradayım yarından itibaren anlatırım. Bu geceyi, babanla sohbete ayıralım. Yarın başlarız, olur mu?” Luka, olur anlamında başını öne doğru salladı. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet ettiler. Fabian, uyandığında kuşluk vakti olmuştu. O gün Yorgo’yla birlikte köyü dolaştılar farklı tanıdıklarla uzun uzadıya konuştular. Eve döndüklerinde Luka, elinde yazı tomarlarıyla avluda oturuyordu. Gelenleri görünce saygıyla ayağa kalktı ve onları karşıladı. Fabian, sağ elini Luka’nın omuzuna koyarak, “şimdi biraz dinlenelim, sonra başlarız.” diyerek geçip oturdu.

Akşam yemeğinden sonra Fabian, bir kadeh şarap alarak Luka’ya seslendi. Hazırsan başlayalım.” Luka, “rulolarımı alıp hemen geliyorum” diye cevap verdi. Luka, salonun köşesindeki küçük masayı ve yazı rulalarını alıp, Fabian’nın oturduğu koltuğun yanına geldi. O da yerini aldıktan sonra, Fabian, “evet şimdi sor ne öğrenmek istiyorsun.” Luka, öğrenip yazmak istediklerini detaylıca anlattıktan sonra, “Sizin ve ailenizin geçmişiyle başlayalım sonra Antiokheia’nın tarihine geçeriz. Ama her şeyi detaylarıyla öğrenmek isterim.” dedi. Fabian, arkasına yaslanıp “hatırlamaya çalışırım” deyip söze başladı. “Dedem öldüğünde babam, buradaki çiftliği kâhyaya emanet etti ve ailecek Antiokheia’ya göçtük. Kentin kuzey doğusunda avlulu güzel bir ev satın almıştık. Derin bir vadinin içinden akan Anthios çayı ve Kybele Dağları evimizin manzarasıydı. Daha önce babamla birlikte birkaç kez kente pazara gelmiştim. Kentteki çocukları gördüğümde içimden kıskançlık geçmedi desem yalan olur. Taşındığımız ilk gün yaşadığım heyecanı tanımlamam imkânsız. Bir hafta içinde kente ve mahallemize alışmıştım. Gerçi mahalledeki bazı çocuklarla küçük sorunlar yaşadıysam da zamanla onlarla da iyi ilişkiler kurmayı başardım. Okula başladığım ilk gün kent yaşantısının büyük avantajlara sahip olduğunu hemen anladım. Dedem, onun babası ve dedeleri çiftçi olduklarından dedem, tıpkı baban gibi ben de iyi bir çiftçi olayım diye adımı Fabian koymuş. Bense çiftçilikten ve hayvan gütmekten hiç hoşlanmıyordum. Gerçi hayvanları seviyordum ama sadece seviyordum. Bu tür işleri Yorgo ve diğerleri yapıyordu. Baban, çocukluğundan beri hayvanlardan ve çiftçilikten çok iyi anlar” –gülümseyerek- “anlayacağın adının hakkını verdi.  Zamanla şehir hayatına çok alıştım okulda çok iyi arkadaşlar edindim. Latince, Yunanca ve felsefe derslerinde çok başarılıydım. Her gün arkadaşlarla kentin tiyatrosunda ya da stadyumunda buluşuyor farklı etkinlikler yapıyorduk. Hafta sonları buraya çiftlik evine geldiğimizde yanıma okuma rulolarımı alıyor fırsat buldukça okumaya devam ediyordum.

Kentin taş döşeli sokakları, mermer kaplı dükkanları gündüz başka gece bir başka güzel görünüyordu. Bazen kendimi bir rüyada gibi hissediyor ve bir gün bu güzellikler bitecek diye çok korkuyordum. Belki de hissettiğim ve bir türlü aklımdan çıkaramadığım bu olumsuz düşünceler sebep oldu. Bir gün kentte büyük bir telaş meydana geldi. Herkes bir yerlere koşuşturup duruyordu. Ne olduğunu anlamak için büyük kilisenin bulunduğu yere doğru yürüdüğümde kentin güney ve kuzeybatı köşelerinde bulunan karargâh binalarının önünde çok sayıda asker ve gencin toplandığını fark ettim. Koşarak eve döndüm babam evde yoktu, annem de telaşla evin bir odasından çıkıp öbürüne giriyor bir şeyler aranıyormuş gibi dolanıp duruyordu. Anne diye seslendim beni duymadı. Bir daha yüksek sesle seslendiğimde aniden avlunun ortasında durup boş gözlerle yüzüme baktı. Rengi sararmış, gözlerinde büyük bir korku vardı. Onu öyle görünce içime dehşet bir korku düştü. Kekeleyerek kentteki ve kendisindeki telaşın nedenini sordum. Gözlerini benden kaçırarak, “bir şey yok sen çocuksun anlamazsın” diyerek beni geçiştirdi. Dışarı çıktım avluda bulunan makata oturdum. Ama bir türlü içim içime sığmıyordu. Tekrar anıtsal çeşmenin bulunduğu meydana yürüdüm. Gündüzleri kentin en kalabalık yeri olan meydanda kimse yoktu. Sadece iki tane kız çocuğu çeşmeden su dolduruyorlardı. Önce onlara sormayı aklımdan geçirdim sonra bunlarda benim gibi, durumu bilselerdi bu rahatlıkla gelip su doldurmazlardı diye düşündüm ve sormaktan vazgeçip okulda en iyi arkadaşım olan Thimothy’e gitmeye karar verdim. Onların evi meydanın hemen batısındaki terasta bulunmaktaydı. Evin avlu kapısı açıktı. Başımı uzatıp içeri baktığımda, Thimothy çeşmede ellerini yıkıyordu. Alçak bir sesle ona seslendim. İrkilerek arkasını döndü, beni görünce koşarak geldi. “Ne oldu Fabian, bende sana gelecektim. Kentte korkunç şeyler oluyor.” Bende ne olduğunu sana sormaya gelmiştim diye cevap verdim. Kolumdan tutarak “neredeyse erkeklerin tamamı Karargahlarda oraya gidelim.” Batıya uzanan sokaktan koşarak aşağı indik ve kuzeybatı köşede bulunan karargâhın yakınına vardığımızda yavaşlayarak yürümeye başladık. Tam köşeye varmıştık ki birden diğer sokaktan gelen çok sayıda insanla karşılaştık. İçlerinden birisi bize bakarak yüksek bir sesle “ayak altında dolaşmayın evinize gidin” diye bağırdı. Olduğumuz yere çivilenmiş gibi kaldık. Kalabalığın en arkasında yürüyen yaşlı amca, yanımıza gelince durdu gülümseyerek bize baktı ve babacan bir ses tonuyla, “çocuklar kentimizi yağmalamaya gelenler var. Durum çok ciddi evlerinize gidin, ortalıkta dolaşmayın” dedi ve yürümeye devam etti. Birbirimize baktık, hiç konuşmadan eve döndük. O hafta boyunca babam da dahil olmak üzere bütün erkekler, askerlerle birlikte kentin etrafındaki surların zayıf noktalarını güçlendirmekle geçirdiler. Okul kapandığı için bende evde anneme yardım ediyordum. Annem hiç konuşmuyor, dalgın dalgın düşünüp duruyordu. Boş zamanlarda Thimothy’le birlikte gizlice gidip yaşananları izliyorduk. Yine bir gün gidip geldiğimde, evde olmadığımı fark eden annem, merakımı gidermek için beni karşısına oturttu ve nasihat dolu bir konuşma yaptıktan sonra durumun vahametini anlattı. “Yeni bir dini kabul eden Araplar, İkonia’yı ele geçirmişler oradan da Konstantinopolis’i ele geçirmek için yola devam ediyorlarmış. Yol boyunca bulunan bütün yerleşimleri de işgal etmişler. En son Neapolis ve çevresindeki kentlere saldırmışlar. Yol bizim buradan geçtiği için oraları da alınca sıranın bizim kentte geleceği çok aşikâr” dedi. Korku ve merakla Araplar, nasıl insanlar diye sorduğumda. Annem, “bende tam bilmiyorum kara derili, iri yarı insanlar oldukları söyleniyor” diye cevap verdi. Akşam babam eve geldi; oldukça yorgun ve mutsuz görünüyordu. Annem, banyoyu hazırladı. Babam banyo yaptıktan sonra yemek yedik. Yemek esnasında acı acı gözlerimin içine baktı ve “korkmayın bu belayı da atlatırız; hazırlıkları bitirmek üzereyiz. Amorium ve diğer komşu kentlere de haber gönderildi mutlaka yardıma geleceklerdir” diye kısa bir açıklama yaptı. Erkenden uyuduk. O ve ondan sonraki gecelerde rüyamda hep iri yarı devlere benzeyen kara insanlarla ilgili korkunç kabuslar gördüm.” Fabian, o günlerde gördüğü kâbusları tekrar yaşıyormuş gibi derin bir iç çekti. Luka, “amca! biraz daha yavaş anlatırsan iyi olur çünkü yazmayı yetiştiremiyorum” deyince Fabian derin bir nefes alarak tamam deyip anlatmaya devam etti. “İki hafta sonra kentin ana kapısının tam karşısına ovanın tamamını kaplayan kalabalık bir ordu geldi. Atların yanı sıra ağzı sürekli köpüren daha önce hiç görmediğim sonradan deve dediklerini öğrendiğim hörgüçlü bir hayvana biniyorlardı. Kendilerinin korkunçluğu yetmezmiş gibi bir de bu ürkütücü hayvanları getirmişlerdi. Kurdukları çadırlar neredeyse kentten daha büyük bir alana yayılmıştı. Kente gönderdikleri elçiler arasında iyi derecede yunanca bilenler de vardı. Kentin yönetimiyle yapılan görüşmelerde, kentin tamamen teslim olmasını istiyorlardı. Kale komutanımız Aleksandros, komşu kentlerden yardım gelene kadar onları oyalamak istiyordu. Bu görüşmeler iki gün sürdü. Ancak, karşıdakiler daha fazla sabır gösteremediler. Ordunun büyük bir kısmını, güvenlik açısından en zayıf yer olan kentin batı surlarının önünde diğerlerini ise kenti halka içine alacak biçimde sıraladılar. Thimothy’le gizlice, bizimkileri ve düşman askerlerini rahatlıkla görebilen batıdaki tiyatronun en üst oturma sırasına çıktık ve yaşananları izledik. Ordunun önünde, beyaz entari giymiş başına büyük bir sarık dolamış uzun sakallı biri, alnı beyaz akıtmalı simsiyah bir atla sağa sola gidip geliyordu. Atını surlarımıza doğru döndürdü, elindeki kıvrık kılıcı havaya kaldırarak boğazını yırtarcasına bağırdı. Onun bağırmasıyla ordudakilerde aynı şekilde bağırarak surlara doğru koşmaya başladılar. Öndekiler koşmaya başlayınca arkadakiler, gerdikleri yaylarını bıraktılar. Birden kuzgun sürülerine benzer biçimde gök yüzünü kaplayan bir siyahlık ve şiddetli yağmur taneleri gibi kentin içerisine ok yağdığını gördük. Thimothy elimi tutmasaydı yüreğim ağzımdan çıkacak ve oracıkta ölecektim. Kalenin üzerinde ve iç tarafında birçok askerimiz başına yıldırım düşmüşçesine titreyerek yere kapaklandı. Thimothy, şoka girmiş halimi görünce “kekeleyerek annemler merak eder eve gidelim” deyip elimden çekiştirtirdi. Eve döndüğümüzde beni bu halde gören annem telaşla “nerelerdeydin ne oldu sana” diye sordu. Sadece, öldü çok insan öldü diyebildim. Öğlene kadar devam eden ilk saldırıda çok kayıp verilmişti. Saldırı durduğunda kentin içerisinde evlerden boşalan kadın ve çocuklar surlara doğru koşuşturmaya başladılar. Çocuk ağlamaları, kadınların çığlıkları arasında arı vızıltısı gibi kalıyordu. Annem gözlerimin içine bakarak “sakın evden çıkma, ben babana bakıp geleceğim” diye beni sıkı sıkı tembihleyerek evden çıktı. Fabian, durdu zemindeki halının desenlerine sabitlediği bakışlarını Luka’ya çevirdi. “Ömrü hayatımda; annemin dönmesini beklediğim o zaman kadar geçmek bilmeyen kötü bir zaman daha yaşamadım. Dedemden gördüğüm gibi dizlerimin üzerine çöküp ellerimi önde birleştirerek Meryem Anaya, İsa Mesih’e ve Tanrıya dua etmeye çalıştım. Ama içi boşalmış kafatasım da anne ve baba kelimeleri dışında bir tek sözcük bile bulamadım. O şekilde ne kadar kaldığımı bugün bile hatırlayamıyorum. Bana yıllar gibi gelen bu zaman diliminde açılan kapı sesiyle irkildim. Ayağa fırlayıp annemin bacaklarına sarıldım. Annem saçımı okşadı merak etme “baban iyi” diye beni teselli etmeye çalıştı. Sonraki saldırılar daha da şiddetli oldu ve her geçen zaman da şiddetin oranı daha da yükseltildi. Kente yardıma gelen kimse yoktu. Yaşlılar ve kadınlar kiliseleri doldurup dua ediyor; bu korkunç felaketten kurtulmak için Tanrıya yalvarıyorlardı. Yardıma gelen olmadığı gibi Tanrı, İsa Mesih’te bizi terk etmiş gibiydi. Kilisede yaşlılardan biri bizi bu felaketten kurtaracak şeyin eski geleneklere dönüp bir şeyler yapmak olduğunu söyleyince kadın ve yaşlılar bir sürü hurafe anlatmaya başladılar. Kentte büyük günahların işlendiğini, yapılan ahlaksızlıklardan dolayı cezalandırıldığımızı bile söyleyenler oldu. Bizim evin yakınında bulunan kilisenin piskoposu bu anlatılanların hurafe olduğunu inanılmaması gerektiğini anlatıp durduysa da kimse kulak asmadı.” Fabian, Luka’nın gözlerine bakarak “bazı şeyleri yaşım biraz ilerledikten sonra anladım.” diyerek derin derin nefes aldı. “Böyle çaresiz zamanlarda insanlar sığınacak hikayeler ve hayali güçler arıyor.” Yorgo’ya bakarak, “biliyorsun bizim inancımızda köpek mekruh görülen bir hayvandı. Ondan bile medet umduk.” Luka, “nasıl yani” diye sorunca, Fabian “çok yoruldum yarın devam ederiz, şimdi biraz uyuyalım” dedi. Luka, anlatmayı bu heyecanlı yerden kestiği için yüzünü düşürünce, Yorgo araya girdi “evet amcan çok yoruldu.” Ester’e bakarak yatakları hazırlatmasını söyleyip ayağa kalktı. Fabian’da elindeki şarap kadehini masaya bırakarak zorlukla ayağa kalktı, yataklar hazırlanana kadar kapının önünde Yorgo’yla yıldızları izlediler. Sıcak günün ardından gökyüzü berraklaşmış ve yıldızlar daha da parlaklaşmıştı.

Fabian uyandığında vakit öğlene yaklaşmış ve sırılsıklam terlemişti. Ester’in hazırlattığı banyoya girip soğuk suyla duş aldı. Akşamüzeri hava biraz serinleyince Fabian, Yorgo’yla çocukluklarının geçtiği yerleri dolaştı. Köyün üst tarafındaki küçük tepenin üzerine geldiklerinde, Fabian parmağıyla vadinin başladığı yerdeki kayalığı göstererek “yarın da oradaki mağaraya gidelim olmaz mı?” deyince Yorgo, “çok iyi olur uzun zamandır bende oralara gitmedim” diye cevap verdi. Fabian, yerde gördüğü bir çömlek parçasını alarak, “hatırlıyor musun? çocukluğumuzda bu tepenin üzerinde eskilere ait çok şey bulurduk. Kuzuları güderken babam, eski köyün burada olduğunu şimdiki yerine sonradan taşındığını anlatmıştı. Sağ işaret parmağını kayalığa doğru uzatarak “buradan önce de o mağarada ve sivri dağı göstererek oradaki mağarada yaşıyorlarmış.” Yorgo da “bir keresinde tam şurayı kazıp çukur açtık, sağlam bir testi açığa çıkardık, ama içi boştu. Boş çıktı diye baya üzülmüştük.” diye konuşmayı devam ettirdi. Eve döndüklerinde karanlık çökmüştü. Luka, sabırsızlıkla onları bekliyordu. Yemekten sonra tekrar salona geçtiler. Fabian, “genç adam zor bir işe giriştik. Çok yorgunum.” Luka, umutsuzca ona baktı ve “anlattıklarınız çok önemli, bize ve gelecek kuşaklara aktarabileceğiniz en önemli miras yazıya geçireceğimiz bu tarihsel gerçeklik olacaktır.” Yalvaran bakışlarla, “lütfen devam edelim. Yorulunca bırakırız.” dedi. Fabian, gülümseyerek, “peki bana bir kadeh şarap getirin. Anlatmaya devam edelim” dedi ve anlatmaya başladı. Luka’ya bakarak, “tam olarak nerede kalmıştık” diye sordu. Luka, heyecanla “köpekle ilgili yapılan bir şey anlatacaktınız.” diye cevap verdi. “Evet, köpek bizim inancımızda mekruh görülen bir hayvandı. Onu eve sokmak ve onlara dokunmak arınmayı gerektirirdi. Yaşlı kadının biri, bizim dinimizden önce bu kentte Hekate denilen bir tanrıçaya tapınıldığını, yeraltıyla ilintili olan bu tanrıçanın kutsal hayvanının köpek olduğunu, salgın hastalık, deprem ve böyle büyük bir felaketle karşılaşılınca köpek kurban etme törenleri düzenlenirmiş, diye söylemiş. İlk defa bir köpek kurban etme töreni gördüm. Büyük çeşmenin önündeki meydan da iki tane köpeği şişlerle öldürüp, dualarla gömdüler. Tören esnasında simsiyah giyinmiş olan o kadın garip garip hareketler yapıyordu. Sanırsın gerçekten o tanrıçanın rahibesiydi. Yapılan bu saçmalıkların hiç birisi işe yaramadı. Kuşatmanın beşinci günü ölen askerleri gömecek yer bulamadılar, kenti çok kötü bir koku sarmaya başlamıştı. Kente su taşıyan kemerleri yıktılar ve kentin suyu kesildi. Karargâh binalarının içindeki ve yöneticinin evinin altındaki sarnıçlarda bulunan su olmasaydı; savaşa gerek kalmadan susuzluktan zaten ölürdük.

Kuşatma devam ederken bir taraftan da surların önüne ahşaptan kuleler inşa ediyorlardı. Bu kulelerin üzerine “Mancınık” dedikleri “Balistalar” yerleştirdiler.  Balista’lardan fırlattıkları kocaman taşlar sur duvarlarına ve kentteki yapılara mızrak gibi saplanıyor ve de bu yapıları delip yıkıyordu. Bu da yetmezmiş gibi bunlarla ateş topları da atmaya başladılar. Kentin birçok noktasında çıkan yangınları, su kalmadığı için söndürmek de mümkün olmadı. Kentin içerisinde büyük bir kaos yaşanıyordu. Bütün gün devam eden saldırılarda kentin surlarının bir kısmı ile surlara yakın yapıların tamamı yıkılıp yanmıştı. Güneş batmış, gece olmasına karşın yanan evlerin alevinden ortalık gündüz gibiydi. Kentte kimin öldüğü kimin yaşadığı anlamını yitirmiş ve herkes ölümü bekler olmuştu. Babamın da o günkü saldırıda öldüğünün haberi gelmişti. Cenazesi ortada yoktu. Annem, bulmak için gittiyse de çok geçmeden umutsuzca geri geldi. Oturup hıçkırarak ağlamaya başladı. Aniden ağlamayı kesip ayağa fırladı evde bulunan değerli eşyaları toparlayıp getirerek evin avlusundaki ağacın dibine gömdü. Beni karşısına alarak teselli ve nasihat dolu bir konuşma yaptıktan sonra Araplar, kente girdiklerinde nasıl davranmam gerektiğini birkaç kez tekrarlatarak anlattı ve yapmam gerekenler konusunda sıkı sıkı tembih etti. Korkudan donmuş yüreğim, duygusuzlaşmış ve hiçbir şey düşünemez bir haldeydim. Sağ bacağımı kırıkmış gibi kalın bir sargıyla sardı, kendisi de en eski ve kirli elbiselerini giyinip kötü kokular süründü. Yapılanlara bir anlam veremiyordum. Sadece istenilen şeyleri yapmaya şartlanmıştım. Şafakla birlikte barbarların çirkin çığlıkları kentin içerisinde korkunç bir uğultuya dönmüştü. Annem, ben ve kentte hayatta kalanların hepsi köşeye sıkışmış avlanmayı bekleyen avlar gibiydik. O iri yarı, kara derili çirkin ve korkunç yaratıklar, surlardan açtıkları deliklerden Antihos Çayının baharda akan sel suları gibi kentin sokaklarını doldurmaya başlamışlardı. Önce kiliseleri ve kamu yapılarını yağmaladılar; ardından da kentteki bütün evleri. Onlar kente girdiğinde annem elimden tutarak beni evin arkasındaki ahıra götürdü ve orada kendisine biraz da hayvan pisliği sürdü. Geldiklerinde topal numarasını unutmamam gerektiğini bir kez daha tembihledi.” Luka, dayanamayarak sözün arasına girdi. “Bunu neden yaptı?” diye sordu. Fabian, o gün yaşayıp hissettiği duyguları yüreğinden çıkarmak istercesine derin bir nefes verdi ve çünkü diye açıklamaya başladı. “Araplar, ben yaşlardaki çocukları alıp götürerek kendi dinlerini öğretip asker yapıyorlarmış.” Fabian, o gün yaşananları izliyormuşçasına boşluğa bakan gözlerini kıstı ve konuşmaya devam edecekti ki, Yorgo kendisini daha fazla tutamayarak hıçkırıklarla ağladı. Yorgo’yu bu şekilde görmeye alışkın olmayan çocuk ve torunlarda ağlamaya eşlik ettiler. Evin içini kaplayan hıçkırık ve derin nefes alıp vermeler, evi cenaze evine dönüştürmüştü. Fabian, “geç oldu bu günlük bu kadar yeter” deyip araya girmeseydi, bu içten ağlamaların sonu gelmeyecekti. Yorgo yüzünü, gözlerini silip Ester’in gözlerine bakarak, “evet geç oldu şimdi yatalım. Fabian’da çok yoruldu.” dedi ve ayağa kalktı. Yataklar hazırlandı ve herkes yatağına çekildi. Ama hiçbirini doğru düzgün uyku tutmadı. Fabian’ın anlattıkları tekrar tekrar zihinlerinden geçip duruyordu. Ertesi gün ev halkı yorgun ve bitkin bir biçimde uyandı. Öğlene doğru kahvaltı yaptılar. Dışarıda ateş yanıyormuş gibi alev saçan bir sıcaklık vardı. Kahvaltıdan sonra Fabian ile Yorgo evin kuzeydeki serin odasına çekildiler. Hasırların üzerine uzanarak biraz daha uyudular. Akşamüzeri hava biraz serinleyince dışarı çıktılar. Fabian, hayıflanarak mağaraya doğru baktı, “oraya da gidemedik” diye mırıldandı. Yorgo, “canını sıkma, yarın hava serin olursa gideriz.” diyerek onu teselli edecek cümleler kurdu. Ev halkının yorgunluğu akşam yemeğini biraz geciktirdiyse de kuzu etinden lezzetli bir yemek yediler. Luka, oturma odasında Fabian’nın oturduğu koltuğun yanına bir kadeh şarap, masaya da yazı rulolarını koymuş bekliyordu. Fabian ile Yorgo yemekten sonra dışarıda biraz daha oturup sohbet ettiler. İçeri geçtiklerinde Luka’yı bekler buldular. Fabian, gülümseyerek “anlaşıldı senden kurtuluş yok” dedi ve geçip koltuğuna oturdu. Kadehten bir yudum şarap aldı ve “evet meraklı genç nerede kalmıştık” diye sordu. Luka, “kente girmişlerdi.” diye cevap verdi. Fabian, “annem akıllı ve cesur bir kadındı. Sesler eve yaklaştığında ahırdan çıkıp ahıra bitişik hizmetliler için yapılmış kulübeye geldik. Geldiklerinde bizi ev sahibi değil hizmetliler olarak görmelerini istiyordu. Hasırın üzerine uzanmamı istedi, kendisi de yan tarafıma oturarak benimle ilgileniyormuş gibi yaptı. O anlaşılmayan ve insanın yüreğine bıçak gibi saplanan barbar sesleri yaklaştıkça korkudan gerçekten hasta olmuştuk. Bizi neyin beklediğini bilmeden konuşmadan umutsuzca birbirimize baktık. Evin avlu kapısının tekmelenerek açılma sesine irkilip birbirimize sarıldık. Annem yavaşça beni geri hasırın üzerine yatırdı ve elimi tutarak içeri girmelerini bekledik. Evin avlusunda ve içinde çok sayıda askerin olduğu ayak sesleri ve konuşmalardan anlaşılıyordu. Derken bizim bulunduğumuz kulübeye geçişi sağlayan kapı açıldı ve üç asker içeri daldı. Kapıda durup bize baktılar. Askerlerden biri eliyle burnuna kapatarak bir şeyler söylendi ve geri çıktı; diğer biri bacağımı işaret ederek bir şeyler konuştu. Öbürü içeriye iyice göz gezdirdikten sonra bunlarda aynı biçimde söylenerek gittiler. Annem üzerime kapanarak tutamadığı hıçkırıklarla ağladı. O şekilde ne kadar kaldığımızı hatırlamıyorum. Geçmek bilmeyen bu zaman diliminde babamın öldüğünü, kentin yakılıp yıkıldığını ve bizim ne olacağımızı hiç düşünemeden öylece donup kalmıştık. Üç gün boyunca bu gelip gitmeler devam etti. Kapıları kapamadan öylece bekledik. Üçüncü gün gelenler arasında pörtlek gözlü iri yarı birisi, bize yaklaştı annemin kolundan tutup kaldırmak için çekiştirdi. Bende annemin öbür koluna yapışmış avazım çıktığı kadar ağlayarak bağırıyordum. Bir iki çekiştirmeden sonra adam annemi yere iterek, anlamadığımız bir şeyler söyledi ve burnunu tutarak dışarı çıktı. Annemle ağlamaktan bitkin düşüp uyuya kalmışız. Uyandığımda her taraf karanlıktı. Annem oturduğu yerde başını uzandığım hasırın üzerine koymuş derin derin iç çekerek hala uyuyordu. Kalkmaya çalıştım hasırın üzerinde uyuşan kol ve bacaklarımı bir türlü toparlayamadım. Kıpırdamamdan annem irkilerek uyandı. Etrafına bakındı, karanlıktan pek bir şey göremediğini anladığım için, “İyiyim anne, bir şey yok” dediğimde biraz rahatladı. Oturarak uyumaktan onun da her yeri uyuşmuştu. Bacaklarını ovuşturarak zorlukla doğrulup ayağa kalktı. Benim de oturmama yardım etti. Annem açık duran kapıdan başını uzatarak dışarı baktı; “kimse yok ortalık çok sesiz” dedi. Sabahı zor ettik; annem günün ilk ışığıyla “sen bekle ben dışarıyı bir kolaçan edeyim” deyip dışarı çıktı. Ben de meraktan kapının önüne kadar yürüdüm başımı uzatıp dışarı baktım. Ortalık çok sessizdi. Kentte kimseler kalmamış gibiydi. Çok geçmeden annem geldi. “Her şeyi kırıp dökmüş evi talan etmişler. Kentte hala dumanlar çıkıyor. Sanırım kentte insan bırakmamışlar.” deyip elinin tersiyle gözlerinden akan yaşları sildi. Güneş yükselip ortalık iyice aydınlandığında evimizin yakınındaki kilisenin çan kulesinde, iyi yunanca konuşan biri ikinci bir emre kadar evlerden çıkılmamasını bağırarak birkaç kez tekrarladı. Dışarı çıkıp tekrar içeri girdiğimizde üzerimizin ve kaldığımız yerin oldukça pis koktuğunu fark ettim. O gün annem evden ekmek, su ve bulabildiği yiyeceklerden getirdi. Korkudan açlığı ve susuzluğu bile unutmuştuk. Bundan iki hafta önce böyle bir felaket yaşanacak, baban ölecek ve çaresizlik içinde kalacaksınız denseydi, ne yapardım bilemiyorum. Ama şimdi duygularım ölmüş yüreğim hissizleşmişti.” Luka, yazı rulosundan başını kaldırıp, Fabian’ın yüzüne baktı. Konstantinopolis’e ilk gittiğinde anne ve babasını çok özlediği o gün aklına geldi. Eğer böyle bir şey olsaydı ben ne yapar ve ne hissederdim acaba diye aklından geçirdi. Gözünün önünden bir şeyler silmek istercesine sağ eliyle alnından çenesine doğru yüzünü sildi. Fabian, karanlık bir kuyunun içine düşmüş ve korkunç bir şey görecekmiş gibi gözlerini irice açmış boşluğa bakıyordu. Yorgo, sevgiyle sağ elini onun dizinin üzerine koyup hafifçe okşadı. Fabian, kendini toparlayıp anlatmaya devam etti. “O gün annem evimize giderek, toparlayıp temizlemeye başladı ben de ona yardım ettim. Ertesi gün aynı adam, kilisenin çan kulesinde günlük işlerimizi yapabileceğimizi, cenazesi olanın gidip alabileceğini bağırdı. Annem evden ayrılmamam konusunda beni tembihledikten sonra babamın cenazesini aramak için komşumuz Yaşlı Theophilus’un evine gitti. Bende evin avlusunda oturup beklemeye başladım. Yaşadığımız telaştan dolayı babamın yokluğunu onun öldüğünü değil de sanki bir yerlerdeymiş ve çıkıp gelecekmiş gibi düşünüyordum. Daha önce ölen birini görmediğim için ölümün nasıl bir şey olduğunu bir türlü gözümün önüne getiremiyordum. Annemi beklediğim o süre içerisinde insanların nasıl öldürüldüğüne yönelik kafamda korkunç hikayeler gelip geçti. Ancak, babamın ölmüş olma ihtimalini bile düşünmek istemiyordum. Gözümü avlunun kapısına dikip hiç kımıldamadan kapıdan içeri annemin babamla birlikte girmesi için Tanrıya, İsa Mesih’e yalvarıp durdum. Annem akşamüzeri yorgun bitkin bir halde kapıdan içeri girdiğinde fırlayıp ayağa kalktım, koşarak ona sarıldım. Annem, saçlarımı okşayarak, korkma bununda üstesinden geliriz dedi ve geçip çeşmenin yanındaki taşa oturdu. Bende gidip karşısına çömeldim. Acı acı gözlerimin içine bakıp, “babanı bulamadık, ilk başta ölenleri bizim askerler gömmüş. Babanı da onlar gömmüş olmalı” dedi, elleriyle yüzünü kapatarak ağladı. Donmuş yüreğim, köz düşmüşçesine yanmaya başladı. Annemin eteğinden çekiştirerek “Hayır babam ölmüş olamaz; her tarafa iyice baktınız mı?” diye ısrarla sordum. Diz çöktü beni kendisine doğru çekip bağrına bastı. Bu şekilde uzun süre ağlayarak durduk.” Fabian, cümleyi bitirip derin derin nefes alıp verdi. Yorgo, “yorulduysan bırak, yarın devam edersiniz” dedi. Fabian, “hayır iyiyim, yıllardır yüreğimde tutup, konuşmadığım bu şeyleri aktarmak içimi ferahlatıyor; devam edelim” deyip anlatmaya başladı. “Kentin ve insanların ne durumda olduğunu çok merak ediyordum. Ama annem topal numarasını biraz daha sürdürmem konusunda beni uyarıp duruyordu. Bende kendime bir koltuk değneği ayarlayıp, annemin içeride çalıştığı bir zamana denk getirip evden çıkıp kiliseye doğru yürüdüm. Sokaklar boştu, yakılan kilisenin tavanı çökmüş, duvarlarının da bir kısmı yıkılmıştı. Avluda komşularımızdan Theophilus’un oturduğunu görünce çok heyecanlandım. Theophilus çok yaşlıydı, sırtını kilisenin yıkılmış duvarına yaslamış bahar güneşine karşı oturmuştu. Avlunun açık kapısından sessizce geçip yanına gittim. Adam beni fark edince feri sönmüş gözlerine ışık dolmuşçasına yüzüme baktı, babacan bir sesle “Fabian” dedi. Çukurdaki gözlerine dolan ışık yağmur olup göğsünün üzerine yağmaya başladı. Sağ elini bana doğru uzatarak yanına yaklaşmamı istedi. Gidip yanına çömeldim. Eliyle saçlarımı okşadı. Bacağıma ne olduğunu sordu. Düştüğümü bundan dolayı incindiğini söyleyip geçiştirdim. Annemi sordu, iyi dedim. “Babanı bulamadığımız için çok üzgünüm. Her yere baktık ama bulamadık.” Derin bir iç çekerek “beni mezara indirsinler diye büyüttüğüm oğullarımı bu kırılasıca ellerim toprağa verdi.” “Babam ve oğulların tıpkı İsa Mesih gibi göğe yükselmişlerdir.” diyerek hem onu ve hem de kendimi teselli etmeye çalıştım. Kentte ne kadar insan kaldığını sorduğumda, acı acı yüzüme baktı. “Vicdansızlar, Tanrının evini yakıp yıkmışlar; benim gibi işe yaramaz yaşlılar, bazı kadın ve çocukları bırakmışlar” deyip iç geçirdi. Oturuşunu düzelten Theophilus kentte olanları anlatmaya devam ederken; Thimothy ve diğer çocukları merak ediyordum acaba onlara ne oldu diye aklımdan geçirdim. Theophilus anlatmaya devam edecekti sözünü kestim, annem merak eder diye özür dileyerek eve döndüm. Sonraki beş gün korkudan evden çıkamadım. Yavaş yavaş bu sessizliğe de alıştık. Sonunda kentin içinde kadın ve çocuk sesleri duyulmaya başlayanınca bizde dışarı çıktık. Hızlıca Thimothy’nin evine gittim. Avlu kapısı açıktı. İçeri baktım kimse görünmüyordu. Evin kapısını da açık görünce anladım ki evde kimse yok. Eve girmeye cesaret edemedim. Geri dönüp büyük kiliseye doğru yürüdüm. Sokağın kenarındaki kapıları açık olan evlerde yaşlı kadın ve erkeklerden başka kimse yoktu. Kilisenin göründüğü noktaya geldiğimde kentte neler yaşandığını o zaman anladım. Kilise ve başpiskoposun evinden hala dumanlar yükseliyordu. Kuzey ve güney köşede bulunan karargâh binalarının önünde o beyaz entarili, başı sarıklı korkunç insanlar gidip gelmekteydi. Kentin batısında neredeyse sağlam yapı bırakmamışlardı. Onları görünce korkuyla geri dönüp evin oradaki kiliseye geldim.    Theophilus’u, bahar güneşine karşı oturmuş, öne arkaya doğru sallanır ve kara kara düşünür buldum. Gidip karşısına oturdum. Beni görünce sallanan bedenini durdurdu, şefkatle yüzüme baktı. “Nasıl oldun, bacağın biraz daha iyi mi?” diye sordu. “İyiyim daha iyiyim” deyince gülümsedi; “annen çok akıllı bir kadın bu numarayı iyi düşünmüş” dedi. Konuyu değiştirerek Thimothy’i bulamadım, evin kapıları açık ama evde kimse yok. Onlar da mı öldü diye sordum. Yaşlı adam sırtını duvara iyice yasladı. Bakışlarını benden kaçırarak, kentteki gençlerin çoğunu öldürmüşler geri kalanları da tutsak etmişler. Sen yaşlardaki sağlıklı çocukları, güzel kadın ve kızları da beraberlerinde götürmüşler. Dedim ya benim gibi işe yaramazları bıraktılar. Anlatmaya devam edecekti ki mahallemizde oturan iki yaşlı daha geldi. Ben ayağa kalktım; onlarda selam verip geçip Theophilus’un karşısına oturdular. Yaşlılardan birinin gözü mosmordu. Benim dikkatlice baktığımı anlayınca yüzünü hafif öbür tarafa döndürdü. Diğer yaşlı, annemle nasıl olduğumuzu ve bir ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Su dışında şimdilik sorun yok diye cevapladım. Onlarda kendi aralarında yaşananlar üzerine derin bir sohbete daldılar. Kalkıp gittiğimi fark etmediler bile. O ay bittiğinde insanlar durumu kanıksayarak biraz daha rahatladılar. Antihos Çayından evlere su getiriyor, kalan yiyeceklerle idare etmeye çalışıyorduk. Kentin batısı ve güneyiyle bağlantımız yokmuş gibi kendi mahallemizde yaşıyorduk. Sonunda, tekrar gidip kentin batı surlarına ve ana giriş kapısına bakmaya cesaret ettim. Büyük çeşmenin önünden güneye uzanan Cardo caddesinde yürüyüp Decimanus’a ulaştım oradan da tiyatronun yanından geçerek ana giriş kapısının bulunduğu meydana geldim. Yolda karşılaştığım çocuk ve kadınların gözlerindeki korku bana da geçti. Tam kapının yıkıntılarının yanına vardığımda yukarıdaki karargâh surlarının üzerinden sarıklı iri yarı bir asker elini bana doğru uzatmış bağırıyordu. Korkudan olduğum yerde durdum. Eliyle gitmemi işaret ediyordu. Yürümeye çalıştım, bir türlü sağ bacağımı hareket ettiremiyordum. Annemin yapmamı istediği topal numarası, bu andan sonra gerçek oldu ne zaman bir şeyden ürksem ya da korksam elimde olmadan topallıyordum.” Fabian, eliyle sağ bacağını sıvazlayarak, anlatmaya devam etti. “Bu topallama durumu uzun yıllar sürdü. Surları ve o güzelim üç kemerli kapıyı yerle bir etmişlerdi. Kente geldiğim ilk gün babamla bu kapıdan geçtiğimizde, kapının başka bir dünyaya açılan sihirli bir gücü olduğunu düşünmüştüm.” Luka, sözün arasına girdi. “Babamla kente sizin eve geldiğimizde kentin hiçbir yerinde kapı yoktu. Stadyumun oradan geçip gelmiştik” dedi. Yorgo, “biriniz anlatıyor diğeriniz yazıyorsunuz. Ben yaşanan bu korkunç şeyleri dinlemekten yoruldum. Artık biraz uyuyalım, sabah olmak üzere, sonra devam edersiniz.” deyip Fabian’ın yüzüne baktı. Fabian “haklısın biraz uyuyalım, hava serin olursa akşamüzeri mağaraların oraya gideriz.” deyip uyuşmuş bacaklarını ovuşturarak ayağa kalkmaya çalıştı. Yatakları kuzeydeki serin odaya hazırlanmıştı. Yattıklarında şafak sökmek üzereydi. Fabian birkaç defa uyandıysa da yataktan çıkamadı. Yataktan zorlukla çıktığında vakit öğleni geçmişti. Soğuk suyla banyo yapıp bahçe avlusuna çıktığında Yorgo, Ester ve Luka’nın çardakta oturduklarını gördü. Onların yanına gidip “günaydın” dedi. Luka, saygıyla kalkarak Fabian’ın oturacağı yerdeki minderi düzelti. Ester’de ayağa kalkmış onun oturmasını bekliyordu. Fabian yerini alınca Ester, Luka’ya bakarak “amcanın kahvaltısını getir” dedi. Fabian, “bugün de çok sıcak sanırım bir yere gidemeyeceğiz” diyerek hayıflandı. Kahvaltıdan sonra Ester ve Luka izin isteyerek evin içine geçtiler. İki yaşlı uzanarak çardakta biraz daha uyumaya çalıştılar. Arada bir uykulu, yorgun bir sesle birbirlerine bir şeyler anlatıp durdular. Sıcaklık yetmezmiş gibi bir de sinekler yüzünden bir türlü rahat edemediler. Yorgo elindeki yapraklı dalı sallayarak sinekleri kovmaya çalıştıysa da arsız hayvanlar hiçbir yere gitmediler.  Akşam gün batımına yakın hava biraz serinledi. Kiliseye gidip geldiler. Çardaktaki yerlerini aldılar. Luka’nın getirdiği şaraptan içerek sohbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Luka yazı rulolarını alıp yanlarına geldi. Yorgo, ona bakarak “yaptığın iş çok değerli ama bırak da amcan biraz nefes alsın. Geldiği günden beri durmadan anlattırıyorsun sıcak ve sinekler bir taraftan sen bir taraftan; adamcağız yoruldu.” diyerek terslendi. Luka, mahcup biçimde geri gidecekti ki Fabian, “çocuğa kızma başladığımız şeyi bitirelim. Yaşamım boyunca her şeyi hep yarım bıraktım. Bari bu işi sona götürelim.” deyince Yorgo, “peki, nasıl istersen” dedi. Luka, Fabian’ın oturduğu makatın önüne diz çöktü, makatı masa gibi kullandı. Fabian, “sonunda bahar bitmiş, kentte kalan barbar askerler de gitmişti. Onlar gidince köylerden dağlara kaçıp saklananlar, kente geldiler. Onlar barbarlardan da acımasız çıktılar. Thimothy’lerin eviyle birlikte sahibi öldürülmüş olan diğer evlere yerleşip kalan şeyleri de onlar yağmaladı. Kendi inancımızda olan bu insanların diğerlerinden daha vicdansız ve acımasız olmalarına hiçbir zaman anlam veremedim. Ekilen buğdayı biçecek kimse kalmadığı ve kentteki dükkanların neredeyse tamamı kapandığı için bizi zorlu bir kışın beklediğini biliyorduk. Bir zamanlar masallardaki gibi pırıl pırıl olan kent, baykuş yuvasına dönmüştü. Yıkılmış evlerin yerine derme çatma kulübeler; kentin su ve kanalizasyon sistemi çöktüğünden, evlerinin yanına uyduruk tuvaletler yapmışlardı. Babamın, köyün geçmişiyle ilgili anlattığı hikayelere benzer şeyler yaşıyorduk. Artık kentte yaşıyoruz diyemezdik çünkü ortada kent kalmamıştı; küçük bir kasabaya dönmüştü. Günümüzün yarısı çaydan su taşımakla, öbür yarısı da yiyecek bir şeyler aramakla geçiyordu. O kış ve sonraki yıllar daha da kötü geçti. Artık elde avuçta bir şey kalmayınca annemle köye geldik. O çekirge sürüsü, köyleri de yağmalamıştı. Dedem ölmüş, babanlar da yokluk içine düşmüşlerdi. Yan taraftaki evi göstererek, evimiz ve tarlalarımızı satması için deden olan amcama yalvardı. Amcamda üzülerek kabul etti. Üç yıl bekledik evin ve arazilerin satılmasını, o üç yıl hayatımda yokluk çektiğimiz en kötü yıllar oldu. Sonunda bir gün amcam bize geldi ve anneme üç kese dolusu bronz sikke verdi. İyi saklaması için de sıkı sıkı tembihledi. Sonraki yıllarda yokluk daha da arttı ve insanlarda sikke kalmadı. Tavuklar çok değerli hayvanlar olmuştu. Takas yöntemiyle alışveriş yapıyorlardı. Annem akıllıca davranarak bizim bu yoklukta fazla etkilenmemizi önledi. Sonrasını babanlardan dinlemişsindir. Okuma yazma bilmek hayatımı çok kolaylaştırdı. Çünkü bizden sonraki neslin neredeyse tamamı okuma yazma bilmiyordu.” Derin derin düşünen Fabian cebindeki amuleti çıkardı baş parmağını üzerinde gezdirdi. Luka, dikkatle elindekine bakıyordu. Yorgo, sağ elini Fabian’ın omuzuna koyup, “üzme kendini, geldiğinden beri anlatırken tekrar tekrar yaşadığın bu tragedyalarla harap ettin kendini; her şey geçti” diyerek onu teskin etmeye çalıştı. Luka’nın, merakla amulete baktığını fark eden Yorgo, göz işaretiyle onu uyarmaya çalıştı. Fabian, başını kaldırıp Luka’ya baktı “neyse genç adam biraz da sen anlat; Konstantinopolis’te ne var ne yok, orada yaşam nasıl gidiyor.” Luka, bir rüyadan uyanmış gibi boş boş etrafına bakındı, kekeleyerek “iyi efendim. Oraya çok alıştım ama buraları da çok özlüyorum. Bir kilisenin misafirhanesinde kalıyorum. Günümün tamamı okulda ve okumakla geçiyor. Sizi dinleyince çok etkilendim. Anlattıklarınızdaki duygular parşömenlerde okuduklarıma benzemiyor. Yaşanan duyguları olduğu gibi yazıya dökmenin ne kadar zor olduğunu anladım. İmparator ve ailesine yaklaşmak çok zor, oldukça izole yaşıyorlar. Kenti ve devleti imparatorun çevresindeki dalkavuklar yönetiyor. İkona kırıcılar yurdun bütün Thema’larında olduğu gibi başkenti de oldukça etkililer, başta Hagia Sophia olmak üzere bütün kiliseleri yağmaladılar. Güzelim resimlerle ikonaları tamamen tahrip ettiler. Haddim değil ama sanırım yeni bir konsil toplanıp dinde reforma gitmeli. Yoksa, İsa Mesih’in canını ortaya koyarak getirdiği din, bam başka bir şeye dönüşecek. Büyük bir çürümüşlük, yozlaşma ve ahlaksızlık var.” diyerek konuşmaya devam edecekti ki; Fabian, bu her zaman böyleydi ve sanırım böyle de gidecek” diyerek araya girdi. Luka, siz daha tecrübelisiniz, ama benim gördüklerim böyle. Efendim müsaade ederseniz anlattıklarınızla ilgili bir şey sorabilir miyim?” dedi. Fabian, başını sallayarak sor bakalım. Luka, bu anlattığınız felaket tam olarak ne zaman yaşandı bir tarih söyleyebilir misiniz?” Fabian, eliyle sakalını karıştırarak yılı bilmiyorum ama aklım erdikten sonra o yıl çıkan bir isyanla mevcut imparatorun gözlerini kör ettiklerini öğrendim. Luka, İmparator Fillippikos’un yönetimde olduğu yıllar. Bulgarlar Kralı Tervel, Balkanları işgal edince, onlara karşı mücadele etsinler diye baharın son ayında Opsikion Theması’nı Trakya’ya geçirmiş, ancak savaşmak istemeyen askerler isyan çıkarmışlar. Bu birliğin subaylarından bir gurup saraya girmeyi başarıyor ve İmparatoru tahttan indirip bir daha başa gelmesin diye gözlerine mil çekip kör ediyorlar. Onun yerine II. Anastasios adıyla başkatipi olan Artemios’u başa geçiriyorlar. Bu karmaşadan istifade eden Emevî Halifesi Velid, Anadolu’yu işgal ederek çok sayıda kenti ele geçiriyor. Anlattığınız felaketi yaşatan ordunun komutanı bu halifenin kardeşi olan kişi.” diye açıkladı. Yorgo, “Tanrı hepsinin belasını versin. İmparator, kendi keyfinin derdine düşmüş; ordu bizi savunması gerekirken gitmiş imparatora isyan ediyor. Halk açlıktan kırılıyor. Bizden aldıkları vergiler haram zıkkım olsun.” deyip ilendi. Fabian, Lukaya bakarak sende okumuşsundur. Benim geçmişte yaşananlarla ilgili okuduklarımdan çıkardığım sonuç; isimler dışında hiçbir şeyin değişmediğidir. Biz halkı kandırmak tarihin her döneminde çok kolay olmuştur.” Elindeki amuleti döndürdü, baş parmağını kızının ve karısının isimleri üzerinde dolaştırıp, sözünü şöyle tamamladı. “Onun için sağlığımıza ve sahip olduklarımıza dikkat edelim. Gerisi, gücümüzün ve aklımızın dışında gerçekleşen şeyler; bunları düzeltmeye gücümüz yetmez.” Yorgo, haklısın bu dediklerini yaşayarak gördük.” deyip onu destekledi.

Fabian köyde üç gün daha kaldı. Bu süre içerisinde mağarayı ziyaret ettiler. Mağaraya gittiklerinde Luka’yı da yanlarında götürdüler. Mağarayı gezip dönüp mağaranın içinden çıkan suyun kıyısına oturdular. Geçmişin farklı dönemleri hakkında uzun uzadıya sohbet ettiler. Sohbetin konusu ailelere geldiğinde Luka, daha fazla dayanamadı ve Fabian’a cebinde taşıdığı amuletin anlamını sordu. Yorgo, oğlunun gözlerine kızgın kızgın bakınca; Fabian araya girdi. Bu kadar trajediyi anlatmayı yüreğim kaldırdıysa bunu da kaldırır.” dedi ve anlatmaya başladı. Klamentiane ile bir kız çocuğumuz oldu. Parthenope çok güzel ve akıllı bir çocuktu. Genç kız olduğunda birden hastalandı. Kentteki ve komşu kentlerdeki sağlık merkezlerine götürmemize rağmen bir türlü iyileşmedi. İyileşsin diye yapmadığımız şey kalmadı. Koca karı ilaçları bile kullanmaya mecbur kaldık. Cebinden amuleti çıkardı; üzerindeki yengeç resmini Luka’ya gösterip, “Karkinos hastalığına tutulmuştu. Bu yengecin bacakları gibi hastalık kızımın iç organlarını sarmış ve her geçen gün gözümüzün önünde onu tüketiyordu. O büyük felaketten sonra hayata karşı bir kez daha çaresiz kalmıştık. Özel yaptırıp boynuna taktığımız bu amulette çare olmadı ve güzel kızımı toprağa vermek zorunda kaldık. Ama en azından gidip ziyaret edebileceğiniz bir mezarı var. Babamın o da olmamıştı.” deyip derin derin nefes aldı. Yorgo, onun omuzunu sıvazlayarak üzme kendini dedi ve ekledi. Bazen düşünüyorum da ölenler bu dünyanın cefasından kurtuluyorlar ve en azında yapılan kötülükleri görmüyorlar.” Derin bir iç çekerek; “bakalım bizler daha neler yaşayıp nasıl kötülükler göreceğiz.” dedi. Luka, “özür dilerim sizi üzmek istememiştim.” Bakışlarını yer sabitledi. Fabian, sorun değil; senin sayede yıllardır içimde taşıdığım zehri kustum ve ferahladım. Sağ eliyle Luka’nın saçlarını okşadı ve “iyi ki senin gibi gençlerimiz var. Gözümüz arkada kalmaz.” deyip ayağa kalktı. Eve geldiklerinde Ester, yemek hazırlamış onları bekliyordu.         

Fabian, erkenden kalkıp yıkandı. Ester’in özenle hazırladığı kahvaltıyı yaparlarken Yorgo’yla keyifli sohbet ettiler. Kahvaltıdan sonra Luka, Fabian’nın atını hazırlayıp getirdi ve ev halkıyla vedalaşarak yola çıktı. Yorgo, köyün çıkışına kadar ona eşlik etti. Kucaklaşıp ayrıldılar. Atına binen Fabian, dönüp son bir kez köye ve köyün arkasındaki dağlara baktı. Bakışlarını sivri dağın zirvesinde gezdirip mağaraya odakladı. Çocukluğunda bu dağ ve mağara ile ilgili anlatılan hikayeleri hatırlamaya çalıştı. Yol boyunca geçmişten hikayeler aklından gelip geçti. Komşu köye vardığında İshak’ı ziyaret etmek için atını köyün içine döndürdü. Kilisenin yanına geldiğinde Ishak yoktu oradakilerle selamlaştıktan sonra atından inip İshak’ın evine yürüdü. Hava iyice ısınmış, sokaklar boştu. Eve varıp avlunun kapı tokmağını vurdu, kapıyı bir çocuk açtı. İshak’ı sordu. Çocuk, koşup evin kapısını hızlıca ittirerek içeri girdi. İshak, kapıdan çıkıp sevgili dostum içeri gel diye seslendi. Fabian, atını bağlayıp avluya geçti. Avludaki çardakta oturdular. Yapılan ikramlarla sohbet ettiler. İshak’ın ısrarlarına rağmen Fabian, izin isteyerek yola çıktı. Hava iyice ısınmıştı. Geçtiği köylere uğramadan doğrudan Antiokheia’ya geldi. Stadyumun yanına geldiğinde güneş yeni batmış havada sarıya çalan bir kızıllık oluşmuştu. Kente giriş yaptığında, geçmişin bütün yükünü arkasında bırakmış olmanın rahatlığıyla yüreğinde büyük bir ferahlık hissetti. Atını kızının mezarının bulunduğu nekropole giden sokağa yönlendirdi. Mezarın yanına geldiğinde atından inip bir dua okudu. Gidip mezar taşının yanına çömeldi. “Ölmen bizim için çok acı, ama bu dünyanın ve insanların daha fazla kötülüğünü görmediğin için çok şanlısın.” dedi. Biraz daha oturarak diğer mezarları seyretti. Bir zamanlar kanlı canlı olan bu insanlar, özlerine dönüp toprak olmuşlar diye düşündü. Aklına Thimothy geldi. Derin bir iç çekerek acaba, nerelerdesin ve neler yaşadın sevgili Thimothy diyerek hayıflandı. Uyuşan bacaklarını zorlukla doğrulttu, atın yularından tutarak eve doğru yürüdü.          


3 Yorum var

  1. Kadın Avatar Esra 2024-05-17
    Betimlemelerle zihnimizde bir Antiokheia tablosu çiziyor bu hikaye. Okuması keyifli oldukça sürükleyici ve bilgilendirici bir eser. Kaleminize sağlık.
  2. Erkek Avatar Okan 2024-05-17
    Hocam kaleminize sağlık çok güzel bir anlatım. Hocam, bir dahaki yazınızda Luka Fabiandan Antiokheianın tarihini dinlemeye Antiokheiaya gelsin.
  3. Erkek Avatar Ramazan Topraklı 2024-05-17
    Çok güzel tasvirler. Onun için yazı sürükleyici olmuş. Kaleminize sağlık. Fabian adını görünce Antakyanın bir adının da Faviapolis olduğunu hatırladım. Bir adı da Küçük Atinadır. Yine Malum Eğirdir Gölü çevresindeki Thrakesia theması, bazen Trakya olarak da geçiyor. Ve yine Kemer Bogazının batı yakasındaki Philippoi ile Bulgaristan Filibe karıştırılıyor.

Yorum Yap

Email Adresiniz görünmeyecektir.*